Enerji Pınarı: Vâveylâ
Kültürlerarası iletişim ve etkileşim unsurlarından bir tanesi de toplumların gündelik hayatlarında kullandıkları kavramlardır. Bunlar bazen aynı anlamda, bazen benzer, bazen de tamamen zıt anlamda olabiliyor, yerine göre de yepyeni bir duyguya kılavuzluk edebiliyor. Güçsüzlük tezahürü olarak algılanan, bilinen bir husus, yepyeni canlı ve renkli bir hüviyet kazanarak asırlar sonrasındaki dirence enerji pınarı görevi üstlenip nesiller arasında esaslı rabıta sağlayabiliyor. Hiçbir zorlamaya mahal bırakmadan kültürel zenginliğin parçası durumuna geliyor.
Arapça kökenli olan “Vâveylâ”, düşünce dünyamızda XIX. yüzyılda ön sıralarda yer bulsa da Türklüğün ezelden ebede yalnız yürüyüşünde farklı coğrafyalarda, farklı kahramanlarda, farklı türlerde karşılık görmeye devam etmiş, Türk dünyasının geleceğe yürüyüş menziline düştüğü notları teşkil etmiştir. Yalnızlığını kimsenin bilemeyeceğini, anlayamayacağını bile bile durumunu dillendirme çabasını ortaya koymuşlardır. Yaşlı, genç ayırt etmeksizin bireylerin duyduğunda “Tekrar alabilir miyim?” sonrası merak ve araştırma hissi uyandıran konu, güneşin doğduğu yerden battığı yere, yeni bir yolculuğa zemin hazırlar. Bu yolculukların kapsamı değişse de çekirdeği aynıdır. Etrafının düşman unsurlar ya da doğal surlarla çevrili olmasına mukabil sabit kalma yerine kendini setlere vura vura sesini yükseltmesi, araştırma başlığı ile toprak parçasını aşar, çağların üzerinden atlayarak bugüne ulaşır. Benzer hususiyetler ülkenin şahlanışında, ileriye fırlamasında, rol model hâline gelmesi anlamında iletişimcilerin gündemindedir. Zira bilinen yoldan bilinen sonuca erişilir.
İletişim bilimcilere ya da kitle iletişim araçlarında medya ürünü hazırlayıp hedef kitleye ulaştıran şahsiyetler, gerçekliği tercih ettiklerinde bahsedilen hususlara kayıtsız kalamazlar, kalmamalıdırlar. Tanzimat, Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerinde coğrafya ya da insan kütlesi elimizden gasp edilmekte, harcanmakta, zaman zaman hapsedilmektedir. Dünya, Türklüğün sessiz çığlığına kulaklarını tıkamış, hayallerine erişim ritüeli edasıyla ayakta izlemektedir. Hatta yanındaymış izlenimi sunanlar muhtemelen sevinçlerini gizlemekte oldukça zorlanmaktadır. Çığlık, haykırışa dönüşmüş; zira vatanın bir parçası, koparılmanın ötesinde tamamına göz dikilmiş durumdadır. Fareler, çakallar, leş kargaları, yılanlar, çıyanlar beklentilere göre hareketlenmişse de “Dağa Çıkan Kurt”, hepsini boşa düşürmüş, “Kocatepe’ye Konan Kartal” önüne kattıklarını Adalar Denizi’ne kadar süpürmüştür.
Gelinen noktada köklü aşkı, kuru bir edayla ruhundan uzak bir şekilde ifade etmek mümkün değildir. Mücadele anlamında elden gelenlerin tamamlanması ya da azalması anlarında bunun öne çıktığı görülmektedir. Zira vatan gibi kutlu kavramlar, sözle kazanılamadığı gibi aynı yöntemle elde tutulamamaktadır. Resmî ve milis mücadelelerin sonuç vermemesi durumunda “Vâveylâ” kendiliğinden harekete geçmekte, mevcut engelleri anında aşamasa dahi dün-bugün-yarın çizgisinde Türk milletinin devamlılığına katkı sağlamaktadır. Konuyu bu cepheden değerlendirmekte fayda bulunmaktadır yoksa tabiri caizse bıçak kemiği kesmeden gıkını bile çıkarmayan kültürel birikim, herkesin gözünün önünde ve masaüstünde yer almaktadır. “Ayranın kabarması” olarak ifade edilegelen hususun hareketine bakıldığında zorluklar dikkat çekmektedir.
Anın iletişim unsurlarına aktarılmasında tercih edilen isimler o günlerde tam anlamıyla ütopya şeklinde görülmesine karşın bugünden geriye doğru bakıldığında çok daha fazla anlam kazanmaktadır. İstiklalin kazanılmasının yüzüncü yılına ulaşılan zamanda Balıkesir’de yayınlanan İzmir’e Doğru, Erzurum’da yayınlanan Albayrak, Sivas’ta yayınlanan İrade-i Millîye, Ankara’da yayınlanan Hâkimiyet-i Millîye, Trabzon’da yayınlanan İstikbal, Kastamonu’da yayınlanan Açıksöz, Maraş’ta yayınlanan Amal-i Millîye, Eskişehir’de yayınlanan İstiklal, Karahisar-ı Sahip’te yayınlanan İkaz ve Sözbirliği, Aydın’da yayınlanan Aydıneli gibi gazetelerin sadece isimleri dahi üzerinde konuşulmasını gereksiz kılacak kadar yüklü anlamlar içermektedir.
Başlıkla gündeme gelen husus, asırlardır devam eden “Moskof” mücadelesinde Kafkas Cephesi’nde yaşananlar, medya ürünü açısından güçlü bir değer ortaya koymaktadır. Türklüğün ikinci ana vatanı Doksan Üç Harbi hususunda acı hatıralarını hiçbir zaman unutmadı, hep hatırladı. Bilhassa Doğu Anadolu, onların izlerini taşımak zorunda kaldı. Buralarda nesiller, masallar yerine bilfiil yaşananları, bir türlü unutulamayanları gözyaşları eşliğinde dinleyerek büyüdüler. Onlar büyürken unutmak, kurtulmak istedikleri duygularını da peşinden sürüklediler.
Bahsi geçen savaş; Kafkasya, Kars, Ardahan, Batum işgali yanında yöredeki Türkleri göç ettirip izlerini silme politikasına karşılık bazı aileler sonuna kadar direnme yoluna gittiler. Kırzıoğlu ve bazı ailelerin bu yöndeki direnişi, kırk sene sonrasında Vilayet-i Selase’nin ana vatana katılmasının enerjisi oldu. Bu kavramın XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın ilk çeyreğinde yaygın kullanımı asla tesadüfi değildir. İnsanoğlunun iletişim amacıyla kullandığı her şey doğrudan yaşadıklarıyla ilgilidir.
Kafkasya’daki mücadelede; giderek gerileyen, zor duruma düşen Türkler için “dünyayı kimin yöneteceği” sorusunun etrafında patlak veren Cihan Harbi’nde yaşananlar, öncekilere rahmet okutacak cinstendi. Çanakkale, Kût’ül-Amâre, mukaddes topraklarda kazanılan eşsiz zaferlere rağmen kaçınılmaz sonuçtan düşmanlar sonuna kadar yararlanıp, geleneksel tavırlarını sergilemeye devam ettiler.
Moskof ilerleyişi, kendinden emin bir şekilde bir taraftan Türkistan, bir taraftan Balkanlar, bir taraftan da Kafkasya üzerinde sürerken, verilen araları da sonraki adımlara hazırlıkla geçti. Uzak diyarlarda Sibir Türklerinin adını taşıyan, kültürlerini dünyaya kazıyan coğrafyada kamplar hazırlandı. Tesis edilen binalar, bünyesinde barındırdığı insanlarla anlamlı hâle gelmektedir. Sibirya’daki kamplar, Osmanlı ile Kafkas Cephesi’nde esir edilen Türkler için planlanmış, plana sonuna kadar da sadık kalınmıştır.
Böylesine bir coğrafyada zaten farklı tasarlanmış kampa da ihtiyaç bulunmamaktadır. Soğuk merkezli sert iklim, oldukça sıcak ve uzak diyarlardan getirilmiş tutsaklarına yeterince azap vermektedir. Kışların oldukça soğuk geçtiğini söylemeye gerek bile yoktur. Yılın en az yarısında kar, toprak üstünde kalmaktadır. Ocak ayı ortalamasının – 21 °C olması da dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.
Sonrasında da tutsakların psikolojik durumları gerek vaziyetlerinden, gerek devletin sürüklediği uçurumdan, gerek ailelerinden kopmadan, gerekse de vatana hizmet edememekten dolayı negatif durumdadır. Ancak onlar, ezelden ebede uzanan, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar her an baskına hazır Türk kültürünün temsilcileriydiler. Oturup yas tutacak değillerdi. Her coğrafyaya dayanıklı, her atmosferde yürüyebilen ancak Atilla’nın ifadesiyle atının geçtiği yerde izini de bırakan ecdadın torunları burada da boş durmadılar, duramadılar. Ecdadın izinden gidip “Ne yapalım, bana ne?” demediler.
Sosyal ve kültürel faaliyetlere girişip “ah etmeksizin” yürüyüşlerini sürdürdüler. Ütopik işlere giriştiler. Birinci Dünya Savaşı’nın neredeyse başından nihayetine kadar tutulmak zorunda kaldıkları esir kampında, belki de aklı başında olanların hiç düşünemeyecekleri matbuat işine girişip durumu izah edebilecek başlıkla isimlendirdiler. Çünkü altın her yerde altındır, onun vitrinde ya da bataklıkta tutulması değerini asla yitirmez.
Krasnoyarsk Esir Kampı’nda esir tutulan Türk askerleri, Kafkasya Cephesi’nden buraya getirilişinden itibaren savaşın nihayetine kadar tam üç sene müddetle bir gazete çıkartmışlardır. Kartallar kitlendikleri hedefleri vurmadan dönmezler. İmkânsızlar, şartlar, durumun elverişsizliği gibi unsurlar hiçbir zaman mazeret olarak görülemez. Kaldı ki mesele sadece tutsaklık ya da sert iklimle sınırlı değildir. Kâğıt ve matbaa da bulunmamaktadır. Ancak düşünceleri, matbuattan ifade etmeyi ya da ondan alabileceklerini öğrenmişlerdi.
Tamamen el yazısıyla bir gazetede, isminin hakkını vererek Vâveylâ iletisini, üç haneli sayıya ulaşan nüsha ile hazırladılar. Yaşadılar, yaşadıklarını duyuramayacaklarının farkındaydılar, ancak kayıt düştüler aynı zamanda da, psikolojik girdaba saplanıp kalmaktan da kurtulup yaşamı sürdürme enerjisini hem beslediler hem de o enerjiden beslendiler. Ölüm, yaralanma, açlık, sefalet gerekçe sayılmayıp tünelin ucundaki ışık hasretle gözlendi.
Binlerce yıllık yaşam tecrübesine sahip Türk milletinin asker evlatları cephede, cephe gerisinde, cephe uzağında her an zafere uzanabilme adına kendini fikren besleyecek enerji kaynakları ile iç içe olmuştur. Böylelikle şartlar değiştiğinde kendisine yüklenecek farkındalıklı görevini yerine getirmiştir. Sınırsız örnekler arasından başlığı teşkil eden el yazması hâlinde hazırlanan gazete, bunlardan tek bir örnek niteliğindedir. Bu, onları küçümsemek olmayıp doğrudan Türk kültürünün enginliği ile ilgili ilgilidir.