Turan’ın Kırık Kalbi: Balkanlar
Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Türkî’sinde “Sarp ve müselsel veya ormanla mestur dağ, silsile-i cibal” şeklinde belirttiği, ayrıca “Rumeli kıtasını garbdan şarka şakk eden silsile-i cibâl ki buna izafetle kıta-i mezkûreye Balkan şibh-i ceziresi denir.” şeklinde açıkladığı “Balkan” kelimesi anlaşılacağı gibi öz Türkçedir. Ve dünya dillerinin tamamına da bu Türkçe hâli ile girmiştir. Hemen her dile aynen “Balkan” olarak girmiş, bazı dillere de çok az farklılıkla yerleşmiştir. Örneğin Rusçaya Balkanskiy, Almancaya Balkanisch, Arnavutçaya, Ballkanike, Bulgarcaya Balkanski, Burmacaya Bhawlkaan, Çekçeye Balkánský, Çinceye Baergan, Ermeniceye Balkanyan, Yunancaya Valkanikós, Fransızcaya Balkanique vs. şeklinde yerleşmiştir.
Aslında bu durum bile birçok şeyi ifade etmeye yeterli denilebilir. Madem o coğrafyaya bizler Balkanlar diyene kadar isimsiz idi, madem Balkanların isim babası Türklerdir o hâlde Balkanlar Türklerin vazgeçilmezidir. Hatta Turan’ın kalbidir.
Evet, o coğrafya; ismiyle, cismiyle, tarihiyle buram buram Turan’ı çağırır. Edirne ne kadar Turan toprağı ise, Trakya o kadar Turan’ındır. Eflak, Boğdan ona keza. Ve Bosna, Kosova, Karadağ, Arnavutluk ve Türkiye… İsimlerini ayrı ayrı sayarken bile, lisandan çıkıp kulağa gelinceye kadar tek bir beden hâline dönüşmüyor mu? O kadar belli ki, ayrı vücutlar, ayrı bedenlerden değil de; bir bedenin birbirini tamamlayan azalarından bahsedildiği…
Peki, Balkanlar neden “Turan’ın Kalbi” tabirini kullandım? Öncelikle coğrafi olarak, Balkan Yarımadası’nın üç tarafının denizlerle çevri olması ve Avrupa’nın güneyi ile arasında doğal sınır olmaması sebebiyle Avrupa ve Asya arasında her daim bir köprü olmuştur. Buna binaen işin özü Balkanları elinde tutan, dilerse Doğu’ya, dilerse Batı’ya doğru rahatlıkla ilerleme imkânını elde etmiş olur.
Malum olduğu üzere Osmanlı Beyliği kurulduktan sonra Anadolu’daki karışıklıklara ve Anadolu Beylikleri arasındaki çatışmalara dâhil olmayıp, ilkin Bizans’ı İstanbul içine mahkûm etmiş daha sonra Edirne’nin fethi ile beraber başkenti Bursa’dan Edirne’ye taşıyarak, Balkanlarda kritik bir nüve, bir tohum meydana getirmiştir.
Osmanlı, Doğu’dan Batı’ya seyreden göç akışkanlığını akıllıca kanalize ederek, kuruluşunun henüz yüzüncü yılı dolmadan, on dördüncü asrın sonlarına kadar Bulgaristan’ı, Mora Yarımadası’nı, Makedonya’yı ve Teselya’yı topraklarına dâhil etmeyi başardı. Ve nihayet o kutlu zafer ile 1453 yılında Şehr-i İstanbul’u da fethettikten sonra, bir yandan doğuya doğru genişleyerek, bir yandan da Balkanları tamamıyla elde etti. 1459’da, Sırbistan-Karadağ, 1463’te Bosna, 1475’te Eflâk ve Boğdan, 1479’da da Arnavutluk, Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye sınırları içine dâhil oldu.
Osmanlı Devleti, Balkanlara üç yüzyıl boyunca hükmetti. Adaletiyle, ilmiyle, irfanıyla, medeniyetiyle, nuruyla aydınlattı. Ta ki 1900’lü yıllara kadar.
İlm-i Kelâm’da meşhur bir kaide vardır ki: “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.” Yani bir şeyin ismini değiştirmekle onun hakikati değişmiş olmaz. Nasıl ki zalim, gaddar, acımasız, faşist, bir kişiye ya da bir yapıya medeni, hümanist, demokrat deyince onun mahiyeti değişmiş olmuyorsa; adil, insancıl, asil, yüce ve insanlık medeniyetinin lokomotifi olan bir millete zalim, yobaz, gerici demekle yüceliğine bir halel gelmez.
Hem nasıl ki gündüze karanlık, geceye aydınlık deyince bu kelamın hakikat nezdinde bir hükmü yoktur, aynen bunun gibi aslı Turan toprağı olan Balkanlardaki unsurlara ve milletlere hangi devlet adı altında olursa olsun, hangi gâvur ismi ve unvanı verilirse verilsin, hangi batıl din isnat edilirse edilsin hakikati değişmiş olmayacaktır. 300 yıl boyunca ortak kültür ile yoğrulduğumuz, çoğunluğu ırkdaşımız ve aynı milletten olduğumuz bir coğrafyada ne toplam tarihi 300 yılı bulmayan Amerika gibi devletlerin ne de zalimlik ve ırkçılığı medeniyet zanneden devletlerin hüküm süremeyecekleri aşikârdır.
Kâinatın her noktasında, her safhasında, her unsurunda cari olan bir tekâmül hakikati mevcuttur. İlahi nizam bu şekilde tertip edilmiştir. Her bir tohum, çekirdek tekâmül edip ağaç olmaya meyleder. Tekâmül kanunu ile ilkin fide açar, fidan olur, dal olur, ağaç olur, nihayetinde de yaratılış gayesine ulaşıp meyve vermeye başlar. Her bir ilim, kâinatın çeşitli kademelerine, menfezlerine programlanmış olan yazılımları, planları, mekanizmaları, donanımları inceleye inceleye tekâmül ederek nihayetinde nizamdan, nizam koyucuya, yani Yaratıcı’ya ulaşır. Tıp ilmi tekâmülü neticesinde, insanın maddi manevi vücudunun detaylarına, inceliklerine vakıf olunur. Nihayetinde bu eşsiz mekanizmanın kusursuzluğunu idrak ederek Yaratıcıyı tanır, tanıtır. Uzay bilimi de yıldızların, galaksilerin, o cesim, görkemli, dev kürelerin hareketlerini, dizilişlerini, yapılarını inceleyerek, o ürkütücü cesametleri ve irilikleri ile beraber, bir emre itaat eder gibi saatte milyarlarca kilometre hızla döndükleri, savruldukları hâlde, kendi hatlarını terk etmediklerini, birbirlerine çarpmadıklarını hayretle görüp, Rabbü’l-âlemîni bularak tekâmül eder.
Rabbü’l-âlemînin ismini, dünyanın her köşesine duyurmak için bayraktarlık yapan yüce Türk milleti de insanlık âleminin tekâmülüne medardır. Ve o milletin tekâmülü de Turan ülküsüdür. Ondan dolayı da Turan toprakları elbette aslına rücû edecektir.
Bu hakikati tarih çağırmakta, manevi nizam çağırmakta, insanlık çağırmaktadır. Bosna’da dağ köyünde, yol gitmeyen evinin kapısını, elinde erzak ile çalan iki askeri görünce “Türk müsünüz?” diye soran, “Evet!” cevabını duyunca, ağlayarak: “Geleceğinizi biliyordum.” diyen yaşlı teyze çağırmakta… İsviçre Millî Takımı’nda ve Portekiz’in Benfica kulübünde futbol oynadığı hâlde, sol kolunun bileğine, nabzının attığı yere “Ay Yıldızlı Türk Bayrağı”nı dövme yaptıran Boşnak futbolcu çağırmakta… İsmi Makedonya olan ülkede dünyaya gelen, özbeöz Türk çocuğu çağırmakta. Manastır’daki boyunu bükük kalan Hacı Mahmut Bey Camii, Koca Kadı Camii çağırmakta. Kosova’daki şüheda kokan ve ecdat kanını göğsünde saklayan her bir avuç toprak çağırmakta. Batı Trakya’da, ilk Türk Cumhuriyeti’nin kurulduğu coğrafyalarda Şehit Sadık Ahmetler çağırmakta. İlâ-yı Kelimetullâh ile görevlendirilmiş olan biz ırktaşlarından, İslamiyet hidayetini bekleyen ve iman nuruna susamış Bulgaristan halkı çağırmakta.
Fıtratın karşısında hiçbir güç duramaz. Kapalı bir çelik kabın içindeki su donmaya başladığında, fıtratındaki genişleme meyli çeliği parçalar. Ağaçların ve bitkilerin narin yumuşacık kök ve damarları fıtratı gereği kök salma meyli ile sert olan taş ve toprağı deler geçer.
Fıtratında hakka hak, batıla batıl demek olan, adalet, merhamet, istikamet, İslamiyet, cesaret ve İlâ-yı Kelimetullâh olan Türk milletinin Turan ülküsünün de fıtratında Balkanlar mevcuttur. O coğrafya, Türk kültüründen mahrum ve uzak kalamaz; uzak kaldıkça kalbi kırık, boynu da büküktür. Ey bu vatan evlatları; kırık kalpleri onarmak, boynu bükülmüşlere umut olmak senin boyunun borcudur, tarihinin emridir, fıtratının gereğidir, evlatlarına mirasındır.