Yeni Balkanlar Eski Sorunlar
Balkanlar Roma, Bizans (Doğu Roma) ve Osmanlı İmparatorluklarının uzun yıllar egemenliği altında kalmış, 19. yüzyılda ise başta Avusturya-Macaristan ve Rusya arasında olmak üzere büyük güçler arasındaki rekabetin önemli merkezlerinden biri olmuştur. Bu rekabetin izlerini günümüzde de görmek mümkündür. 19. yüzyılda İngiltere ile Rusya arasındaki Akdeniz coğrafyası açısından yaşanan büyük rekabetin yerini, 20. yüzyılda öncelikle İngiliz-Alman, sonrasında ise Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Rusya arasındaki küresel rekabetler almış, Balkan devletleri de II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan iki blok arasındaki gerilimi derinden yaşamıştır. Bir kısmı ABD bloğunu tercih ederken, bir kısmı Sovyet bloğunun içinde yer almıştır. Daha doğrusu birçoğu zorunlu kalmıştır. Bugün de Balkanlar, Avrupa Birliği’nin (AB) genişleme stratejisinin önemli bir alanı olarak dikkat çekerken ABD de NATO aracılığı ile bölgede varlığını hissettirmekte, Rusya Federasyonu ise Soğuk Savaş sonrasında Balkanlarda kaybettiği nüfuz ve prestijini yeniden tesis etme gayreti içine girmektedir.
Balkanlardaki sorunun temelleri ise daha da eskiye dayanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu ekonomik ve askerî gücünü koruduğu ve zaferler kazandığı dönemlerde Balkan halklarının kafasında imparatorluğun varlığının sorgulanmasına yol açacak milliyetçilik ve kendi kaderini tayin hakkı gibi düşünceler baş göstermemekle beraber; Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü yitirmeye başladığı dönemde, Avrupa devletlerinin de yardımıyla kendi ulusal varlıklarını yaratma arayışına girmişler, milliyetçilik hareketlerinin Balkanlara yayılmasının ardından, Avrupa devletlerinin birinden veya diğerinden aldığı destekle ulus devletlere dönüşmüşlerdir. 1797’de Avusturya ile Campo Formio Antlaşması’nı imzaladıktan sonra Osmanlı İmparatorluğu ile sınır komşusu olan Fransa, Balkanları ele geçirmek, Mısır’a çıkmak ve bu arada Doğu Akdeniz’i bir Fransız gölü hâline getirmek amacıyla, bağımsızlık akımını Balkan halklarına yayarak isyanlar çıkartıp, Osmanlı İmparatorluğu’nu meşgul etmek istemiştir. Fransızlar, Balkanların işgali sırasında bir Slav basını yaratmak ve Slav dilinin okullara girmesini sağlamak için uğraşmıştı. 19. yüzyıla gelindiğinde, Avusturya ve Rusya’nın Balkan topraklarındaki doğrudan etkisi zayıflamasına rağmen, Avrupa’da Fransız İhtilali ile ortaya çıkan milliyetçilik akımlarının etkisi altına giren Balkan halkları, Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmaya başlamışlardır. Bu şartlar altında Sırplar ilk olarak 1804’te ilk Sırp hanedanının kurucusu olan Kara Yorgi liderliğinde ayaklanmışlar, başarısız olan bu ilk ayaklanmadan sonra Sırplar ikinci olarak 1815’te diğer hanedanın kurucusu olan Miloş Obrenoviç liderliğinde ayaklanmışlardır. Her iki ayaklanmanın da amacı özgürlük ve otonomi kazanmak ve bu topraklar üzerinde devlet kurmaktı. Bununla beraber Sırp ayaklanmaları dinî ve etnik farklılığa ilişkin olan ayaklanmalardı. Ayaklanmalar; Güney Sırbistan, Kosova ve Makedonya’ya doğru yayılarak, -Sırp birliği aslında- Güney Slav Birliği için bir model oluşturan Sırp devletinin gelişmesi bakımından uygun bir ortam yaratmıştır.
Yunan isyanı ise Sırp ve daha sonra ortaya çıkacak olan Bulgar ayaklanmalarından biraz daha farklıdır. Hâlihazırdaki veriler, Yunanistan’da Yunanca konuşan ilk halkın, M.Ö. II. bin yılın ikinci yarısının Mikenleri olduğunu söylememize olanak tanıyor. Bu tarih itibarıyla bölgede net bir şekilde Yunanlılar olarak adlandırmanın akla uygun olduğu bir halk yoktu. Yunan dilinin ve kimliğinin diğer bileşenlerinin kökenleri kuşkusuz çok daha gerilerde yatmaktaysa da, bu kökenlerin izini sürmek bir yorum meselesidir. Çok daha sonraları ise, ulusçuluğun yaygınlaşmaya başladığı 18. yüzyıl boyunca ama özellikle ikinci yarısında Yunanlar arasında Antik Hellen dünyası canlandırılır. Yunan aydınları arasında Antik Yunan isimleri görülmeye başlanır. Eski metinler çevrilir, ataların üstünlükleri vurgulanır. Bu sürede Bizans dışlanır. Kötü ne varsa, Antik Dünya’nın karşıtı sayılan tutucu, geri ve dinsel ağırlıklı Bizans’tan ve uzantısı olarak gördükleri Osmanlı düzeninden bilinir. Patrikhane’ye bağlı birtakım gruplar örneğin; Fenerli Rum aydınlarının bazıları, kilise yöneticileri, deniz tacirleri, çiftlik sahipleri ve Bâbıâlî ile iş birliği içinde olan bir kısım Helen, Bizans ve Hristiyan Ortodoks, geleneğin savunuculuğunu üstlenmişlerdi.
Mücadelenin ve Yunan Devleti’nin kuruluşunda otuz yıl kadar her türlü ilişki kesilecekti. Yunan aydınlarının Antik Yunan’a duydukları özlem ve bu yöndeki çalışmalarını kısaca Minogue’un şu sözleriyle açıklayabiliriz: “Millet, uyuyan prensestir, milliyetçiler ise öpücüğüyle prensesi uyandıracak olan prens.” Milletlerin kendi ulus inşalarını kurarken tarihî geçmişlerine yapılan durumu Anthony D. Smith, “Millî Kimlik” aslı eserinde şu sözlerle dile getiriyor: “Millet, modern zamanların popüler ve en sık rastlanan mitlerinden birinin, milliyetçiliğin merkezinde yer alır. Bu mitin merkezinde, milletlerin bilinmeyen bir zamandan beridir var oldukları ve milletler dünyasında yerlerini almak üzere milliyetçiler tarafından uzun uykularından uyandırılmaları gerektiği fikri bulunur.” Yukarıda da değindiğimiz gibi İstanbul Patrikhanesi, 18. ve 19. yüzyıllarda dünyayı sarsan ulusal ideolojiye kuşku ile bakmıştır. Zaten Rönesans ile başlayan ve Fransız Devrimi ile doruğa varan eylemler, doğrudan “Kilise Kurumu”na da karşı gelmişti. Buna bir tepki olarak Patrikhanede sırasıyla çok erkenden devrim hareketini hazırlayanlara ve genel olarak Batı’da filizlenen yeni düşüncelere karşı çıkmıştır.
Savaşa ilaveten isyancı Yunanlar, bölgeleri kendi kontrolleri altına almak ve millî hükûmetlere benzer organizasyonlar kurmak mecburiyetindeydi. Buradaki problemler Sırbistan’dan çok farklıydı. Sırbistan’da tek bir kişi, Osmanlı ordusu tarafından mağlup edilinceye kadar çok güçlü bir muhalefet olsa bile sivil ve askerî liderliği ele alıp o konumunu koruyabilmekteydi. Yunanistan’da ise bunun tam aksine yerel idareler o kadar güçlüydü ki; tek bir kişi ya da merkezin hâkimiyetini engelleyebiliyorlardı. Bununla birlikte, 1821 yılında Rumların Mora Yarımadası’nda başlattıkları isyan, Yunan Devleti’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. İsyanın başlamasında, özellikle Rusya etkin rol oynamıştır. Avrupalı Devletler, kendi çıkarları doğrultusunda Antik Yunan’a duydukları ilginin de etkisiyle Rumlara her türlü maddi ve manevi yardımda bulunmuştur. Osmanlı Devleti ilk başlarda isyanı ciddiye almasa da isyanın diğer adalara sıçraması üzerine Mısır donanmasından yardım istemiş ve isyanın direncini kırmayı başarmıştır. Fakat isyana Avrupalı devletlerin el atması ve konunun uluslararası bir boyut kazanmasıyla dengeler değişmiş ve isyan Osmanlı Devleti’nin aleyhinde ilerlemiştir. Binlerce Müslüman Türk hatta Ortodoks olmayan Hristiyan ve Musevi’nin ölmesiyle sonuçlanan Mora İsyanı’nın başarısı, sadece Sakız ve Girit adalarında yaşayan Rumları cesaretlendirmemiş, Balkanlarda yaşayan diğer milletlere de örnek olmuştur. Rumların amacı; eşitsizlik, adaletsizlik ya da ekonomik zorlukları giderecek önlemlerin alınması değildi. Zira öyle olsaydı kendi mezhepleri ve dinleri dışındaki insanları öldürmezler, toplu katliamlar yapmazlardı. Rumlar, kendi millet ve mezhepleri dışındaki herkesi ya öldürmüş ya göçe zorlamış ya da evlerini yakmıştı. Bu da isyanın etnik bir karakter taşıdığını göstermektedir. Eğer bir karşılaştırma yapacak olursak, 19. yüzyıl başında Sırplar, birçok kez ayaklanmalarına ve bazı haklar elde etmelerine rağmen bağımsız bir devlet kurmayı başaramamıştır. Oysaki Avrupa devletleri ve kamuoyunu arkalarına alan Rumlar, ilk kez bir isyan sonucunda ulusal bir devlet kurmayı başarmıştır. Mora, Yunan Devleti’nin kurulduğu yerdir. Bu nedenle isyanın başladığı gün hâlâ ulusal bağımsızlık günü olarak kutlanmaktır. Hiç şüphesiz Yunan bağımsızlık ve milliyetçilik hareketleri zamanla sırasıyla diğer Balkan uluslarına örnek olacak ve Yunan tarzı isyan ve çete hareketleri de ardı ardına bölgede cereyan edecektir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Sırplar da bu çete savaşlarını ve mücadelesini ilk başlatan ulustur ancak Yunanlardan eksik yanları ise Yunanlar kadar güçlü ve etkili bir kültür geçmişine ya da organize cemaatlere ve yapıya sahip olmamaları ayrıca da coğrafi olarak dönemin iki büyük gücü olan Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarında da bir nebze sıkışıp kalmalarıdır. Tıpkı Bulgar isyanlarında olduğu gibi Sırpların ulus inşasını geciktirmiştir.
Her ne kadar Rusya, Sırpları desteklese de o dönemin uluslararası denge politikası, stratejik konumu ve siyasi konjonktürü ne Ruslara ne de Sırplara izin vermiştir. Slavlar, Avrupa’da yaşayan en kalabalık etnik topluluktur. Daha çok Avrupa’nın doğusunda ve güneydoğusunda yaşarlar. Ayrıca Asya’nın kuzey kesimlerinde de yaşamaktadırlar.
William M. Sloane’nin de değindiği gibi Sırp isyanları ve ulus inşa sürecindeki eylemciler, Yunan eylemcilere nazaran daha çok köylü sınıfıdır ancak bu demek değildir ki Sırp millî hareketi sadece köylülerden oluşmaktadır! İleride de Sırp millî hareketine destek veren kişi ve gruplara ve içeriğine daha da derinlemesine değineceğiz. 1389 Kosova Savaşı’nda Osmanlıya yenilen Sırplar, feodal despotluğunu da yitirdi. 1459 yılından sonra ise sadece bağımsızlıklarını değil, seçkin toprak sahipleri de egemenliklerini kaybetti.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Sırplar ilk olarak 1804’te ilk Sırp hanedanının kurucusu olan Kara Yorgi liderliğinde ayaklanmışlar, başarısız olan bu ayaklanmadan sonra Sırplar ikinci olarak 1815’te diğer hanedanın kurucusu olan Miloş Obranoviç liderliğinde ayaklanmışlardır. Her iki ayaklanmanın da amacı, otonomi ve özgürlük kazanmak ve bu topraklar üzerinde devlet kurmaktı.
Fransız İhtilali’nin ortaya çıkarmış olduğu ulusçuluk hareketinin Balkanlarda yaşayan Slavlar üzerinde yarattığı etki nedeniyle, özellikle Avusturya-Macaristan İmparatorluğu egemenliğinde yaşayan Slavlar arasında bu egemenliğe tepki niteliğinde gelişen “Panslavizm” hareketi ilk defa Slovak yazar J. Henkel tarafından ortaya atılmış ve Slovenler, Bulgarlar, Hırvatlar, Sırplar ve Karadağlılar arasında 1830 ve 1848 devrimlerinin de etkisiyle hızla yayılmıştır. Panslavistlere göre Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yıkılmalı, bunun yerine Rusya’nın egemenliği altında bütün Slavları içine alan bir Slav devleti kurulmalıydı. Panslavizm politikasının bu amacı, bu politikanın Güney Slav halkları tarafından benimsenmesinde önemli rol oynamakla beraber, Panslavizm politikasının, zaman içinde değişime uğrayarak Güney Slav halklarının Rusya’nın himayesinde bir birlik oluşturma amacının daha fazla ortaya çıkması, Güney Slav halklarının tepkisine ve bu politikayı terk etmelerine neden olacaktır.
Sırp İsyanı; Osmanlı Devleti’nin içeriden parçalanma ve dağılmaya başlaması, devletin kendi tebaasından bir topluluğa karşı ilk defa olarak mücadeleyi terk etmesi ve onun isteklerini kabul etmek zorunda kalması, hepsinden önemlisi Sırbistan’ın imtiyazlı bir prenslik durumuna gelmesi ve devletin bunu resmen tanıması, Osmanlı Devleti için âdeta bir dönüm noktası teşkil etti. Sırpların bu durumu ve elde ettikleri sonuçlar diğer Hristiyan reaya için Osmanlı Devleti aleyhine kötü örnek teşkil etti ve Sırbistan’ın bağımsızlık hareketi, daha önce de değindiğimiz gibi özellikle Yunan bağımsızlık hareketini tahrik etti. Bu gelişmeler, bağımsız Yunan Devleti’nin kuruluşunu çabuklaştırdı ve 1829’da imzalanan Edirne Antlaşması ile Yunanların bağımsızlıklarını elde ettiklerini biliyoruz. Bağımsız bir Yunan Devleti’nin kuruluşu, Osmanlı Devleti’nin dağılmasının da başlangıç noktasını oluşturdu. Yunan Krallığı’nın kurulması, çeşitli milliyetlere bağlı topluluklardan kurulmuş olan Osmanlı Devleti halkı için bir örnek ve emsal teşkil etti. Sırplar ise bağımsızlıklarını kazanmak için 1878 Berlin Antlaşması’nı beklemek zorunda kalacaklardır ancak büyük güçlerin desteğiyle de bir prenslik kuracaklardır. Sırpların kurduğu Sırp Prensliği önce Osmanlı Devleti’nin denetimi altında yaşadı. 1867 yılına kadar Osmanlılar Belgrad’da bir birlik bulundurmaya devam ettiler. 1878 yılındaki Berlin Antlaşması’yla Sırbistan tamamen bağımsız oldu ve 1882 yılında Sırbistan Krallığı ilan edildi. Bu dönem boyunca Kara Yorgi’nin ve Obrenoviç’in torunları Sırbistan yönetimine egemen olan iki hanedandır.
Önceleri aşağı Volga havzasında yerleşmiş bulunan Bulgarlar ise, Türklerin en yakın akrabalarıdır. Ortaya ilk çıkışlarından itibaren çevrelerindeki göçebelere asimile olmuşlardır. Tuna, Eflak, Macaristan’ın bir kısmı ve kendi toprakları üzerinde üç yüz yıl (702-1014) süren güçlü imparatorluğu kuran, Bulgarlaşmış Slavlar olmuştur. Yükselişleri sırasında kökenleri bilinmeyen üç halk; Asyalı bir Uygur-Türkmen kavmi olan Macarlar ve iki Türk halkı Peçenekler ve Romanlar, Kuzey Tuna Havzasına girdiler. Macarlar, uçsuz bucaksız Slav topraklarına bir çivi gibi çakılmışlar ve kuşaklar boyu kuzey ve güney grupları, değişik çevre ve koşullarda yaşamışlardı. Bu gerçek, kimi asli farklılaşmaların oluşumunda ve süregelmesinde etken olmuştur. Bulgarlar Bizans İmparatorluğu egemenliğine girdikten sonra 14. yüzyıl sonlarında yapılan savaşlar sonucu Osmanlı Devleti’ne katıldı. 1396 yılında Haçlıların, Osmanlılarla yaptığı Niğbolu Savaşı’nı kaybetmelerinden sonra Bulgar topraklarının Osmanlı Devleti’ne katılması kesinleşti. Bulgar toprakları, Rumeli Beylerbeyliği’nin bir parçası oldu. Rumeli Beylerbeyliği 19 sancağa bölündü ve Sofya’da oturan bir beylerbeyi tarafından yönetildi. Sırbistan ve Yunanistan’daki ulusal hareketler gibi Bulgar ulusal hareketi de doğrudan doğruya köylülerin konumlarıyla ilgili toplumsal bir kökene sahip bulunuyordu. Zira Sırbistan’dan atılmış sipahiler ile bölgedeki küçük ayanlar, 18. yüzyılın bitiminden itibaren Bulgar köylülerin topraklarına el koymaya başladılar. Köylüler çete ayaklanmalarından da zarar görmeye başladılar. Köylüleri koruyamayan Padişah, kentlerin ve köylerin daha korunaklı olabilmesi için halkın kale kurmalarına dahi izin verdi.
18. yüzyılda da Rusya’ya karşı kaybedilen savaşlar ve Rusya’nın Tuna havzasının içlerine kadar girmesi, Bulgaristan’ın stratejik önemini artırmıştı. Esasen Avrupa topraklarındaki Osmanlı ordularının çoğu da ya Bulgaristan’da ya da yakınlarındaki bölgelerde konuşlu idi. Rusya’nın, Balkanlardaki Panslavist politikaları, Rus güçlerinin 1828-1829 savaşından sonra Edirne’ye kadar sokulabilmiş olması, Bulgaristan’ın elde tutulmasını Bâbıâli için çok önemli hâle getirmişti. Zira günümüz Bulgaristan’ını oluşturan topraklardaki durum birçok açıdan Sırbistan, Yunanistan ve Eflâk’taki durumdan farklıydı. Bulgaristan, Osmanlının Avrupa’daki topraklarının merkezini oluşturuyordu. Bulgaristan dağları, İstanbul’un ve Boğazların savunmasında önemli bir korunak durumundaydı. Ancak, bu kadar önemli olan Bulgaristan’da ise karışıklıklar başlamıştı. 1829 Edirne Antlaşması sonucu Yunanistan bağımsız olmuş, bütün Balkan halkları da bir şeyler elde ettikleri hâlde, antlaşmada Bulgaristan söz konusu edilmemişti. (1828’deki Osmanlı-Rus Savaşı’nda bazı Bulgarlar, Rus ordusunda yer almıştı). Buna çiftçinin hakkının “gospodorlar” tarafından gasp edilmesi de eklenince Bulgarlar, Sliven’de ayaklandılar. Ayaklanmanın görünen nedenleri bunlar olsa da, yabancıların Bulgarlar üzerindeki etkileri, Rusya kökenli Panslavizm, Yunanistan, Sırbistan ve diğer Balkan uluslarındaki milliyetçi eğilimler, Avrupa devletlerinin rolü, Rum Patrikhanesi’nin desteği ve Osmanlı Devleti’nin mali ve idari kurumlarındaki yozlaşma Bulgar ayaklanmasının nedenleri olarak sayılabilir. Balkanlardaki başkaldırılara neden olan önemli unsurlardan biri olan Osmanlı toprak sisteminin bozulması da Bulgar ayaklanmasının nedenleri arasında gösterilebilir. Ayaklanmayı bastırmaya koşanlar Osmanlı birlikleri değil, Rusların yolladığı bir kazak birliğiydi. 1835’te zengin Bulgar tüccarların desteğiyle başlatılan Zavera Ayaklanması da Osmanlı tarafından bastırıldı. Bu olaylar, Bulgar ulusçularına acele örgütlenmiş ayaklanmaların veya dış devlet desteğinin yeterli olmadığını, her şeyden önce bilinçlenmiş bir halkın gerektiğini öğretmişti. Bunun üzerine Bulgarlar, Bulgar dilindeki eğitimi modernleştirip yaygınlaştırarak, Balkan tarihinde orijinal bir ulusalcı program izlediler.
Çoğu Romanya (yaklaşık 40.000) ve Rusya’da yaşayan ve ağırlıklı olarak iş adamı olan yurt dışındaki Bulgarlar bu ulusal hareketi desteklemişlerdir. Bunların daha gelişmiş toplumlarla temas içinde olması ulusalcılık ruhunun büyümesini kolaylaştırmıştır. Tüm bu çabalara rağmen 19. yüzyılın ortasında Bulgarlar bağımsızlık yolunda diğer Balkan halklarının gerisindeydi. Bununla birlikte ulusal dil ve kültürün yaygınlaştırılması çabaları, ortak köken ve ulusal bilincin canlanmasına önemli katkılarda bulunmuştur. Bulgar milliyetçiliğinin ilk kıvılcımları Fransız İhtilali’nden önceki döneme rastlar. 1762’de Aynaroz’daki Hilander Manastırı’nda ilk Slavyan Bulgar tarihini popüler bir dil ve üslupla kaleme alan ve Bulgar ulusçuluğunun haklı olarak babası sayılan Paissij Hilandersky ve ondan sonra Vrasta Piskoposu Sofroni, Bulgar milliyetçiliğinin öncüleri olarak kabul edilmektedir. Ancak Karpat, bu görüşe katılmamaktadır: “Bulgar ulusal hareketinin başlangıcını bulma arayışındaki araştırmacılar, eski Slavonca ile kısa, yüzeysel bir Slav-Bulgar tarihi yazmış olan Peder Paiji’yi gösterirler. Sofroni adıyla Vrasta piskoposu olan StoikoVladislovov, Peder Paiji’nin değerli bir ardılı olmasına rağmen, Paiji’nin çalışmaları 1830’larda tanınmaya başladı ve ilk kez 1850’lerde yayınlandı. Dolayısıyla, Paiji’nin ‘Bulgar ulusçuluğunun atası’ olarak tanımlanması efsane yaratım işine girişmek demektir.”
Yukarıda bahsedilen bu hızlı gelişmenin nedeni, Osmanlı yönetimi altında en büyük orta sınıfı geliştirmiş olmalarıydı. Bulgarlar, 1839 Tanzimat reformlarından, özellikle Tuna eyaletinin 1860’dan sonra tarım, okullar, yollar ve gelişmiş yönetime yapılacak hükûmet yatırımlarıyla sonuçlanacak şekilde örnek modernleşme bölgesi seçilmesinden çok büyük fayda sağladılar. Osmanlı modernleşme programı, göreli olarak daha modern bir Bulgar devletinin toplumsal ve ekonomik temellerini attı. Bulgar orta sınıflarının hızla gelişmesi ve Bulgar aydınlarının ilk etnik (ulusal değil) bilinç heyecanını duymaları bu koşullar altında gerçekleşti. Osmanlı Devleti’nin yerel yönetimde reform çabaları, Bulgar milliyetçiliğinin önüne set çekemedi ve 1875’te Bulgarlar yeniden ayaklandı. Bulgar ayaklanmasında 12 bin ila 15 bin arasında Bulgar asinin öldürülmüş olması, Batı kamuoylarında büyük yankı uyandırdı. Örneğin İngiltere’de sözde “Bulgar Katliamı”, Liberal muhalif Gladstone tarafından muhafazakâr hükûmete karşı propaganda malzemesi olarak kullanıldı.
Sonuç olarak Balkanlar, milliyetçilik çağı olan 19. yüzyılda günümüz Batı devletlerinin monarşi dönemlerinde Osmanlı İmparatorluğu’na karşı oluşturulan menfi cephenin batı sınırı olmuştur. Balkanlarda ortaya çıkan milliyetçilikler, Türk-İslam karşıtı söylemlerle etnik bir nefrete ve saldırgan bir düşmanlığa bürünmüştür. Ceremesini de Müslüman Türkler başta olmak üzere kendinden olmayan etnik diğer unsurlar çekmiştir. 1821 Mora Yunan İsyanı’nı baz alırsak eğer, 1912-1913 Balkan Harbi de dâhil olmak üzere Türkiye’nin işgalden kurtuluşuna kadar geçen sürede 3 milyondan fazla Türk, kasıtlı ve bilinçli olarak Balkanlarda yok edilmiş veya zorunlu göçe tabi bırakılmıştır. 1950 ve 1960’larda da yine Makedonya başta olmak üzere diğer Balkan coğrafyalarından Müslümanlar ve Türkler göçe zorlanmıştır. 1990’ların başında Bosna Hersek’te yaşananlar daha çok tazedir. Batı Trakya Türklerine uygulana Yunan zorbalığı, günümüzde de devam etmektedir. 2022’nin dünyasında ise bölgeye ABD yeni bir dizayn vermek için muazzam bir çaba sarf etmektedir. Şöyle ki, 2010 yılından sonra ABD’nin ekonomik ve ticari anlamda Çin’in gerisine düşmesi ABD yönetimini telaşlandırmıştır. 20. yüzyıla nazaran gerileyen ve eksilen hegemonyasına bir de AB ülkelerinin de artık eskisi gibi Atlantik İttifakı’na güvenmemesi, daha doğrusu yanaşmaması, ABD’nin en önemli ittifak ayağı olan Batı İttifakı’nı derinden sarsmaktadır. Böylesi bir durumun orta vadede ABD için büyük bir felaket olacağı aşikârdır. Bunu önlemek için de ABD kendisine yeni ve marjinal ittifaklar aramakta, aranan bu kanı da Balkanlarda kendisine birtakım kukla devletlerle bulmak istemektedir.
Her dönemde olduğu gibi bu dönemde de en büyük maşa yine Yunanistan olmuştur. Kuzeydeki Türk-Yunan sınırı Meriç Nehri’nden, en güneydeki Girit Adası’na kadar günümüz Yunanistan topraklarında ABD’nin askerî üsleri bulunmaktadır.
Bu durum elbette Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Çünkü yukarıda da detaylı değinildiği gibi Yunanistan’ın, Türkiye topraklarında ve denizlerinde tarihî emelleri asla bitmemiştir. ABD’nin diğer etno-milliyetçi yeni ortak adayları ise Bulgaristan, Romanya, Kuzey Makedonya gibi diğer Balkan ülkeleridir. Bu durum ise eski Sovyet Bloğu ülkeleri olduğu için Rusya’yı da bir hayli tedirgin ve rahatsız etmektedir. Günümüzde Ukrayna’da yaşanan savaşın en büyük nedeni de Ukrayna’nın tıpkı Balkanlardaki bu duruma düşürülmesidir. Elbette ki bu durum, Rusya’nın kadim Türk yurdu Kırım’ı işgali ve egemen bir devlet olan Ukrayna’nın bazı bölgelerinin Rusya tarafından işgalini asla meşrulaştırmaz ancak Rusya tarafının tezi bu yöndedir.
Ne yazık ki Balkanlar, yaşadığımız yüzyılın yeni Orta Doğu’su yapılmak istenmektedir. Çünkü Doğu Akdeniz’de emperyalist devletlerin büyük enerji çıkarları mevcuttur. Batı emperyalizmi günümüzde Balkanlar üzerinden yüzlerce yıllık emellerini gerçekleştirmek için bir kez daha sahnededir. Hedef tahtasında ise Türkiye bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise durumun farkındadır.