Beyaz Perdeyi Hikmet ve İrfanla Bezeyen Derviş: Ömer Lütfi Mete
Özümün özü bu girdapta kanayan
Sen asıl yâr için akmayan kana yan
Gönülden inanan, inandığı gibi yaşayan, ideallerine hayatını adayan ve her daim kalbi vatan sevgisiyle atan namuslu bir Alperen yürekle tanışmak isterseniz yolunuzun Ömer Lütfi Mete’yle kesişmesi kaçınılmazdır. Zira o, çocukluğundan itibaren içselleştirmeye başladığı öz değerler birikimini hayat denizinin hırçın dalgalarına karşı dalgakıran yapmayı başarmış ve bu sayede kendine özgü güçlü bir hisar kurarak, hayatı boyunca her şeyden çok güvendiği Allah’ın huzuruna yürüyüşünü gerçekleştirmiş ender insanlardan birisidir.
Ömer Lütfi Mete tefekkürünün bin yıllardan süzülüp gelen ideallerimizle tanışık, bu toplumun öz değerleriyle barışık olmasında ailesinin ve çocukluğundan itibaren yetiştiği muhitlerin önemli rolü olmuştur.
1950 yılının 2 Şubat’ında Rizeli bir babayla Trabzonlu bir annenin ilk evladı olarak Rize-İyidere’de dünyaya gözlerini açan Ömer Lütfi Mete, dindar bir ortamda dinî bilgiler edinerek ve Süleyman Hilmi Tunahan Hoca Efendi’nin mutfağında demlenen tasavvuf kokularını teneffüs ederek çocukluğunu geçirir. Bir süre Kur’an kursunda eğitim gördükten sonra on dört yaşlarında Kur’an hocalığı, on yedi yaşlarında ise vaizlik görevinde bulunur. Bu dini birikimine ek olarak yaptığı Rize Ülkü Ocakları Başkanlığı ise, ona genç yaşında ömür boyu davasını güdeceği Türk-İslam ülküsünün ışıltılı kapısını aralayacaktır.
Ömer Lütfi Mete’nin, kültür ve medeniyetimizin asırlar ötesinden gürül gürül akıp gelen billur pınarlarıyla yunup arınmaya ve bu idealden beslenen milletimizin derin kökleriyle sarmaş dolaş yaşamaya başladığı dönemler, işte böyle bir atmosferin içinde şekillenmiştir.
O, ileriye; hep ileriye bakardı.
Onun geleceğe yürüyüşü, dönemindeki bazılarının yaptığı gibi geçmişinden koparak ileriye gitmek değildi. O devirde yaşanan yoğun kimlik bunalımları ve kültürel yozlaşmalara inat Ömer Lütfi Mete, bu yürüyüşte tarihimizden damıtılıp gelen ve bizi biz yapan kutlu değerleri her daim gönül heybesinde muhafaza etmiş ve onları tefekkür dünyasının başköşesine yerleştirmiştir. Elbette o da gençliğinden itibaren içinde deli-dolu fırtınalar yaşamış, uçurumların kenarında dolanmış ama onun tefekkür sancıları daha ziyade bildikleri ile gördükleri yani inanılan ile yaşanılan arasındaki derin çelişkinin üzerine yoğunlaşmıştır. Nitekim yüzleştiği bu durumları Zülfi yâre dokunurcasına keskin bir dille ifade etmesi yaşadığı sürece ona sıkıntılar çıkaracak ama o asla doğru bildiklerini söylemekten geri durmayacaktır.
1970 yılında kaydolduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi ve o dönemde çalıştığı “Dünyada ve Türkiye’de Sabah” gazetesi, onun büyük bir şehirde hayata tutunmasının ilk adımlarıydı.
Annesinin vefatıyla İktisat Fakültesi’ni bırakır. 1974 yılında Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü’ne kaydolur. Burası onun öz kimliğinin iyice pekişip perçinlenmesinde büyük rol oynar. Zira o dönem üniversite çevreleri, sol akımların cirit attığı yerlerdi. Böyle bir atmosfer Ömer Lütfi Mete’nin ülkücü kimliğinin bütün hatlarını belirgin hâle getirmesinde çok önemli bir misyon üstlenecektir. Üniversiteden mezun olduktan sonra memleketi Rize’de öğretmenliğe başlar. Bu yerleşik hayat adımından sonra vefat edinceye kadar içerisinde saklı duran en büyük tutkusu harekete geçer; yazmak…
İçinde kopan fırtınaların görünür hâle gelmesiydi onun için yazmak.
Şiirler, hikâyeler, romanlar, gazete yazıları, güncel gelişmeler ve hayatın yürüyen her alanına dair kalem oynatışı işte bu yüzdendi. Ne var ki yazmak, karın doyurmuyordu bu ülkede. Zira 1982 yılında Leyla Hanım’la evlenmiş ve Ali Buhara, Fatma Berra, Hatice Hicaz ve Zeynep Mücteba isimlerini verdiği çocukları dünyaya gelmişti. O yüzden hayata daha güçlü tutunabilmek adına senaryolar kaleme almaya başladı. Ömer Lütfi, girdiği yerin şeklini alan değil gittiği yere kendi şeklini verendi. Nitekim öyle de yaptı. Yazdıkları ve konuştuklarıyla bu aziz milletin büyük birikimlerini yaşadığı zamana ve daha uzak ufuklara taşıyabilecek sağlam bir köprü kurabilmek adına hayatı boyunca çabalayıp durdu.
Hayatı, hayatın bizzat kendisinden öğrenen bir aydındı o.
Ömer Lütfi Mete, matbaa ve terzi çıraklığından tutun da dergi ve gazetelerde mizanpajlık, gazetecilik, öğretmenlik, spor yazarlığı, genel yayın yönetmenliği, senaristlik ve yazarlık gibi çeşitli alanlarda çalışmış, üretmiş ve gelecek nesillere fikir mirası bırakmış velut bir karakterdir. Bu yüzden o, topluma hız veren unsurları da toplumu geri çeken hususları da çok iyi bilirdi. Her şeyden önce o, toplumsal kodlarımızın şifrelerini çözenlerdendi. Türk’ün yeni “Kızıl Elma”sının bilgi üretmek olduğunu söylemesi ve geleceğe emin adımlarla yürümek istiyorsak, siyasi iradenin hayatın merkezine bilgi üretmeyi alması gerektiğini savunması işte bu sebepleydi.
O, derviş meşrep tabiatlıydı ve her işine bu özelliğini titizlikle içirirdi.
Ömer Lütfi Mete’nin hayat serüvenini takip ederken onun sürekli kendini geliştirdiğini, yenilediğini ve bu yüzden de iç denizinde dev dalgaların hiçbir zaman eksik olmadığını görürüz. İslam dininin ufuklarıyla Müslümanların yaşam tarzları arasında oluşmuş derin farklılaşmadan büyük kaygı duymasının ve bu noktadaki gözlemlerini kitap ve yazılarında çekinmeden dile getirmesinin sebebi, onun yenilenmeye olan tutkusunun bir neticesiydi. O, her daim arayış içinde olmuş ve bu yüzden gençliğinden itibaren vefat edinceye kadar dağların doruklarıyla uçurumların kenarlarında gezip dolanmak zorunda kalmıştır. 1986 yılında tanıştığı Harputlu Şeyh Tayyar Baba’nın torunu Abdülkadir Şaşmaz Efendi’nin etkisiyle hayatı daha anlamlı hâle gelse de bu arayışı, onun yakasını hiç bırakmamıştır. Zira onu birazcık da olsa tanıyan herkes onun, son nefesini verinceye kadar uçurumun kenarında Hızır bekleyen biri olduğunu gayet iyi bilir.
Onun hayatı, derinlerin ve uzak ufukların gergefinde sürüp gitmiştir.
Ömer Lütfi Mete, derinleri severdi. Türk toplumunu emziren, büyüten ve yeşerten derin köklerin sevdalısıydı o. Gözleri her zaman derini, en derini arardı. Bu yüzden her canlı organizmanın olduğu gibi devletin de derin köklere sahip olması gerektiğini savunurdu. Her zaman ve her şartta muhafaza edilmesi gereken hayati çıkarları vardı devletin zira. O, âli çıkarların, görünenin dışında görünmeyen gizli güçler vasıtasıyla mutlaka korunması gerektiğine inanırdı. Bunun yolunun ise derinlerde muhafaza edilen güçlü kollar vasıtasıyla gizli operasyon şeklinde yapılması gerektiği kanaatindeydi. Elbette böyle bir görev, belli bir hiyerarşik disiplin içerisinde icra edilmeliydi. Yine bu kapsamda yapılan her tür operasyonel girişimin, tarihe ve millete hesap verecek şekilde yapılandırılması gerekirdi.
Derin çatışmaların ve aşılmaz girdapların arasında Ömer Lütfi Mete, bir umut tomurcuğu olarak yer edinmeyi başarmıştır bu milletin gönlünde.
Onun, hepimizin gönül teline dokunabilmesinin altında yatan gerçek, bu ülkenin aydınlık yarınlarına dair beslediği büyük umutla bozulmamış Anadolu insanını düşünce evreninin merkezine almasıydı. Zira o, yazdığı senaryolarda âdeta bir devrime imza atarak çatışmanın ortasında umudu, huzuru ve dinginliği aşılayan cesur ve deli yürekli kahramanlar üretiyordu. Dünya ve ahiret dengesini koruyan; cesareti, mertliği, dürüstlüğü, dindarlığı ve vatan sevgisini bayraklaştıran kahramanları, yazdığı metinlerin içine dantel dantel işliyordu. Bir bakıma büyük bir geçmişi daha büyük yarınlara bağlayacak bilince sahip Anadolu insanının portresini dillendiriyordu beyaz perdede. “Deli Yürek” dizisindeki “Kuşçu” karakteriyle Kurtlar Vadisi’ndeki “Ömer Baba” tiplemesi, bunun en güzel örneğiydi. Aslında kendi yüreğini ortaya seriyordu bir bakıma. Bu yüzden o, beyaz perdeyi hikmet ve irfanla bezeyen bir dervişti benim gözümde ve hep de öyle kalacak.
Ömer Lütfi Mete’yi tanımak, bu toprakları mayalayan bilge yürekleri tanımak demektir bir bakıma ve onu anlamak, bu memleketin ruhunu anlamaktır. O, gençlerimizin tefekkür bahçesine hikmetli tohumlardan saçtı ve gitti…
Çekildi sular, kalkalım artık gönül!
Tamamdır bu bağda vuslat ikmalimiz.
Ömer Lütfi Mete