“Derin Yazardan! Derin Devlet ve Allah’sız Müslümanlık”
Kurtlar Vadisi, Kurtlar Vadisi Pusu, Deli Yürek dizileri ile “derin yazar” olarak ünlenen Ömer Lütfi Mete; yazar, senarist, gazeteci kimliği ile tanınmıştır. Rizeli bir ailede doğup büyüyen Ömer Lütfi’ye ismini veren dedesi, İyidere Merkez Camii İmamı Hüseyin Hoca’dır. Hüseyin Efendi, o zamanki medreselerde eğitim görmüş bir din görevlisidir. Dedesinin bu özelliği ve karakteri, Ömer Lütfi’nin kişiliğinin şekillenmesinde etkili olacaktır. Babası ve annesi de dinî bütün bir aile portresinde çocuklarını yetiştirmeye özen göstermiştir. Nitekim kendisi de “Dinî bilgim olmasaydı diğer yazdığım tüm eserler olmazdı.” sözleriyle sahip olduğu bilgi birikiminin asıl kaynağına işaret etmiştir. Rize Lisesi’ni birincilikle bitiren, daha lisede öğrenci iken Kur’an öğreticiliği ve imamlık da yapan Ömer Lütfi Mete, 1970 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden 1972 yılında ayrılıp İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’ne kaydolmuştu. Buradan 1976 yılında mezun olmuş, mezun olduktan sonra Türkçe öğretmeni olarak mezun olduğu Rize Lisesi’ne Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır. Ancak öğretmenlik hayatı çok uzun sürmedi ve 1978’de istifa edip gazetede çalışmak üzere yeniden İstanbul’a gitti. Daha 1971 yılında başlayan gazeteciliği, özgün eserleri ve köşe yazılarındaki usta kalemiyle tanınmıştır. Siyasi kişiliği ile de dikkat çeken Ömer Lütfi Mete, bir dönem Ülkü Ocakları Rize İl Başkanlığı yapmıştır. Ömer Lütfi Mete, sonrasında Anavatan Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nden “Rize Milletvekili Adayı” olmuş ama her iki seçimde de seçilememiştir.
2009 yılında vefat eden Ömer Lütfi Mete’nin altı romanı, iki hikâye kitabı, bir şiir kitabı ve on bir deneme kitabı vardır. Bu çalışmada, daha çok ön plana çıkan iki eseriyle, onun fikir dünyasına yolculuk yaparak ülkemizde “aydın” sıfatına sahip ender insanlardan olan Ömer Lütfi Mete’nin “Derin devlet mi derin çete mi? ve “Nasıl bir Müslümanlık?” konularındaki fikirlerini aktaracağız.
Derin Devlet
Türkiye’de gündemi sıkılıkla meşgul eden ve en çok konuşulan konulardan biri “derin devlet” meselesidir. Ömer Lütfi Mete’nin bu konuda hayatıyla tecrübe ettiği şekilde fikri nettir: “Benim kanaatim, Türkiye’nin Derin Devlet deyimi ile ifade edilecek bir çarkının bulunmadığı yönündedir.”
Ömer Lütfi Mete, derin devleti, ülkenin geleceğini planlayan ve bunu gerçekleştirmek için politikalar üreten bir akıl olarak tanımlamıştır: “Türkiye’de derin devlet olmadığı için bugünkü sorunlarını çözemiyor. Böyle bir yapı olsa Türkiye, meselelerini daha kolay halleder. Oysa dünyada büyük güçleri temsil eden devletlerin hepsinin içerisinde, görünen yöneticilerin arka planında bir derin devlet vardır.” Buna da en iyi örnek, o günlerde tarihe gömülmüş olan Sovyetler Birliği’nin dağılmasında rol oynayan aktörlerdir.
Ona göre 28 Şubat Darbesi, “Derin Devlet” tasarısı ve icraatı değil, yabancı bir veya birden çok merkezle bağlantılı yahut tamamen yerli bir “Derin Çete” harekâtıdır.
“Derin devletin en temel özelliği nedir?” sorusuna verdiği cevapta:
“Bağımsız olmasıdır. Amerika’da, İngiltere’de derin devlet bağımsızdır.
Bir yere bağlı değildir. Siyasi iktidar, onların verdiği kararların uygulayıcısıdır. Şöyle söyleyebiliriz: Önce, ülkenin geleceğe yönelik politikaları belirlenir. Sonra, siyasi yapıya buna uygun bir görünüm verilir. Herkesin zannettiği gibi iktidara gelenler politikayı oluşturmazlar. Oluşan politikaya göre iktidarlar yönetime getirilir.
Görünürdeki adı ne olursa olsun Derin Devlet, devletin zaafa düşmemesi için vardır. Başka bir ifade ile eğer var ise Derin Devlet, sadece devlet zaafa düşmesin diye vardır. Devlet zaafa düşmüşse de ya Derin Devlet hiç yoktur ya düşman ülkelerin Derin Devlet yapılanmaları karşısında başarısızdır ya da iç iktidar çekişmeleri yüzünden düpedüz Derin Çete niteliğine bürünmüştür.”
Bu konudaki tespiti ve olması gereken ise devletin tekliği ve şeffaf olmasıdır: “Devletlerin gerçek anlamda şeffaflaşması, yakın bir gelecekte beklenemeyecek kadar zorlu bir aşama. Ama şurası da muhakkak ki; şeffaflaşmadıkları sürece, devletler suç örgütlerinin ortakları veya en iyimser durumda rakipleri olmaktan kurtulamayacaklardır. Gizli servisler şeffaflaşamayacağına göre devletler sistemli biçimde suç işlemeyi sürdüreceklerdir.”
İtfaiye Yakıyor
Ömer Lütfi Mete’nin mizahi bir romanının adıdır: “İtfaiye Yakıyor”. Bu romanında, kendisine yönelik “derin yazar” ithamına karşı yazdığı “derin geyikler”i içeren bir eserdir.
İtfaiye Genel Müdürlüğü adıyla bir normal kurum adı altında gerçekte gizli bir yapılanmanın varlığını mizahi olarak okuyucusuyla paylaşır. İTFAİYE’nin her bir harfinin de bir anlamı ve derin yapının bir alanı vardır:
“İTFAİYE nedir? İstihbarat, Tahkikat, Fişleme, Adalet, İtaat, Yuvarlaklaştırma, Eritme gibi temel gizli devlet görevlerinin birleşimi oluyor.”
Bu “derin çete”, ülkede herkesi takip edip fişler, herkesi itaat altında tutar, adaleti sağlar, sivri ve sert tipleri yuvarlaklaştırır (beyin yıkar) ve herkesi tek bir potada eritir. Bu şekilde topluma hâkim olan, yürütme organını da yönlendiren ve devleti yöneten gizli yapılanma “İTFAİYE”dir. Bu yapı, kendini asıl devlet olarak görür: “Şimdi… Ülke için bütün temel konularda gerekli emirleri bizim verdiğimizi öğrenmiş bulunuyorsunuz. Tabii yasal olan devlet işlerini yürütecek sıradan kadroları da biz belirleriz… Daha önce değindiğim gibi… Belirlemekle kalmaz, her an gizli gizli denetleriz.”
Romanda, İtfaiye Müdürü, dolayısıyla istihbarat şefi olan Tekin Batur, konuşmalarından birinde: “Bayanlar baylar; hiç şüphe yok ki burada, sadece Rusya için veya Almanya için değil, bütün dünya ülkeleri için geçerli olan bir projeden söz ediyoruz. ‘Liberal sıkıyönetim’ tekniği ile artık gerçek anlamda ‘tek tip genç’ yetiştirme sistemine kesin işlerlik kazandırmış bulunuyoruz. İşte küresel devrim budur.” cümlelerini ifade ederek bu derin yapının kimlere hizmet ettiğini açığa vurmuştur. Ömer Lütfi Mete’nin asla derin devlet olarak görmediği, aksine küresel güç odaklarının kontrolündeki bu derin yapı/çete, toplumu ve devleti kontrol etmek için dinî yapılanmaları da kontrol eder, hatta istediği şekilde yönlendirir: “Bütün dinsel oluşumları kontrol altında tutabilmek için, kendimiz de ayrıca farklı dinsel akımlar geliştiririz. Bunu niye yaparız? Böylece, elimizin altında dinsel yangınlar için her an kullanabileceğimiz bir laboratuvar bulunur.”
Derin Çete olarak tanımladığı hukuksuz ve bağımsız olmayan bu yapılara karşı senaryosunu yazdığı dizilerde de yer verir. Bu derin çetelere karşı “alp, alperen” tipinde kahramanlar yaratır. Ömer Lütfi Mete, ülkü değerleri benliğinde barından karakter yaratmada oldukça başarılıdır. Bunların en bilinenleri Deli Yürek’teki Yusuf Miroğlu ve Kurtlar Vadisi serisindeki Polat Alemdar’dır. Bu iki karakterin mücadele ettiği derin güçlerin ve çetelerin hemen hepsi kötülükleri sahiplenen odaklardır. Devlete bağlılık esasında konumlanan bu karakterler, geleneksel alp tipinin özelliklerini günümüzün toplumsal gerçekliğine taşır.
Allah’sız Müslümanlık
Ömer Lütfi Mete, başyapıt niteliğindeki bu eseriyle yapmaya çalıştığı, “Gerileme Sürecinde Müslüman Olma Sorunu”nu üzerinde mümkün olduğunca özgürce düşünerek bu meseleyi tartışmak ve sorgulamaktır. Bu eseri, İslam ümmetinin içine düştüğü (özellikle modernitenin getirdiği) inanç çıkmazından çıkması için görüşler sunan, meselelere farklı bakış açıları kazandıran bir denemedir. Kendisinin, İslam dinini belirli bir istikrar içinde ve olması gerektiği gibi yaşaması ve tasavvufi bir hayatı benimsemiş olması, onun bu eserinde kendini gösterir. Ömer Lütfi Mete için “Allahlı Müslümanlık, içinde aşk ve zevk olan Müslümanlık”tır. Kendisi olmaktan uzak, yaşayışıyla etrafında saygı ve imrenme uyandırmayan “kalpsiz Müslümanlık”, Allah’ın istediği Müslümanlık değildir.
Yazara göre “İslam en son ve en mükemmel dindir; Müslümanların gerilemiş olmaları ise bu dini hakkıyla anlama, hissetme ve yaşama yeteneğini yitirmelerindendir.”. Bu tür sarsıntıları yaşarken dinî bilinç şöyle diyebilir: Temel bilimlerin yasaları, aslında Yaratıcı’nın koyduğu kanunlardır. Bunları keşfedenler, onları yaratmadılar. İşte bu noktada ortaya önemli bir sorun çıkmaktadır: Kişi hem “iyi bir Müslüman” hem de “çağdaş” olabilir mi? Olabilirse nasıl? Kitapta bunun için çözüm arayışları ve düşünceler sıralanır. İnancını ciddiye alan Müslüman, dünya üzerinde zaten binbir geçici telaş yaşamakta, türlü kozmik sorular ve sorunlarla boğuşmakta, derin bir “akıbet kaygısı” altında bunalmaktadır.
Meselenin özü ona göre şudur: “Hem iyi bir Müslüman olmaya çalışmanın hem de ‘çağ dışı’ kalmamanın mümkün bulunduğuna ilişkin ilk gençlik yıllarımdaki umudun bir ölçüde gerçekleştiği kanaatindeyim.” Bu nedenle eğer dinimizi yeterince zekice yaşamak gibi bir uğraş içinde değilsek, onun “mükemmel” oluşu tek başına bizi tatmin etmeye yetmeyecektir.
Tarihe dönüp baktığımızda Batı uygarlığı karşısında sürekli gerileyiş, ortalama Müslüman insanı “yeryüzünün birinci sınıf sakini olma duygusu”ndan uzaklaştırdı. Süreç boyunca sayısız yenilik, deney ve arayışlara rağmen aşılamayan gerilik olgusu ile “en mükemmel dine mensup bulunma duygusu” arasındaki çelişki gittikçe derinleşen bir yaraya dönüştü.
“Batı uygarlığı bunca üstünlüğüne rağmen henüz tam anlamıyla insanoğlunu mutlu edici bir toplum düzeni oluşturmak için yeterli değil. Bendeki parıltı noksanlığı ve dünyevi gerilik bundan çok daha önemli bir kusur sayılmaz.”
Öyleyse Müslüman insan ne yapacak?
Biliyoruz ki, her samimi Müslüman, dininin, bütün kötü durumlara karşı ruh sağlığını koruyucu mekanizmaları içerdiğine inanmak zorundadır. Bu yönde etkin ilahi telkinlerle karşı karşıyadır. Her şeyden önce inanmakta olduğu din sabrı yüceltmekte, insanın gelişip yücelmesini sabır üzerinde temellendirmektedir. Eyüp Peygamber’den Yakup Peygamber’e kadar, görkemli pek çok öyküde ve nihayet İslam’ın doğuş destanında umudun ve iyimserliğin ana giriş kapısı sabırdır. Sonrasında yazarın belirttiği gibi: “İslam, en son ve en mükemmel din olduğuna göre, mensupları neden yüzlerce yıldır geriliğin ve ezikliğin girdabından kurtulamamaktadır? Yoksa yüzlerce yıl öncesinden bu yana Müslümanlar artık ‘Allah’ın tarafında’ yer almıyorlar mı? ‘Allah’ın tarafında’ olmak, sürüp giden başarısızlıklardan kurtulmak için en önemli etken değil midir?” Bu konuda Ömer Lütfi Mete, sorun olarak tevhit inancının olması gerekenden çok farklı bir boyutta olduğunu savunmaktadır. Yine ona göre ortalama Müslüman insanın “hem en mükemmel dine mensup olmak hem de gerilikten kurtulamamak” çelişkisine kayıtsız kalmayı yeğlemesinin temel sebebi İslami kavramları derinlemesine tartışmadan / tartışamadan benimsemesidir.
Ona göre bu meselenin özü, “siyasal İslam” cereyanı ile birlikte inanç bahsinin fazlasıyla aklileştirilmesinde ve böylece ideolojik sığlığa mahkûm edilmesindedir. Mete’ye göre dini sadece akılla anlamaya çalışmak, kavramların ne olduğunu bilmek fakat bunları uygulamada bir hayat prensibi hâline getirmemek, Tevhit inancının gereği gibi yaşanmasına engel teşkil etmektedir.
“Takdire rıza”, “rıza lokması”, “bir lokma, bir hırka” gibi deyimlerle tanımlanan bir tevekkül anlayışı, genel din eğitimi çerçevesinde verilen “salt zihinsel işlemden ibaret” tevhit anlayışı kadar geriletici, körelticidir ve terk edilmelidir.
Ona göre “yok”u “var” edici güç yalnız, tekliği tartışılmayan Allah olduğuna göre “var” edilen her şeyi, temel bir ilke hâlinde tereddütsüz şekilde “saygın” bilmek, özgün tevhit inancının “olmazsa olmaz” şartı olmalıdır. İnancı hakkında düşünen Müslüman için sağlıklı bir tevhit anlayışı, İslam inancının gereklerini yaşamanın hem başlangıç hem de doruk noktasıdır. Zira böyle bir anlayış nasip kılındığında, kişi dinî yükümlülüklerinden yüksünmez, aksine inancının gereklerini yerine getirmekten zevk almaya başlar.
“Allah’ın yardımı ile gerçekleşen bütün güzelliklerin birer keramet olduğunu hangi Müslüman inkâr edebilir? Böyle bir yardıma her Müslüman’ın açık olması gerekmez mi? Buna ne gibi bir engel vardır? Keramet, Allah’ın ‘kerem’idir ve bu kerem sadece Müslümanları değil, bütün insanları kuşatır.” Bu nedenle ihtiyaçların dayattığı yenilik ve değişim, özgün çözümlemeler getirmelidir. Başka kültür çevrelerinin yükselen değerlerinden ilham alınsa bile, üstüne kimliğin damgası basılmalı, en azından toplumun kendi özellikleriyle uyumunu sağlayacak düzenlemeler gerçekleştirilmelidir.
Ancak İslam coğrafyası genişledikçe, farklı mahallî kültür ve örflerin beraberliğinde yeni uygulamalara ihtiyaç yoğunlaşırken, yozlaşma tehlikesinin yükselmesine karşı, sapma (bidat) kaygılarını fazlasıyla aşan vehimler ortaya çıkabilmektedir. Yine insan, öz kaynaktan sapma korkusu ile yenilik ihtiyacı arasındaki çatışma, İslam toplumlarının kültür hayatını derinden etkilemeye devam etmiştir.
Maalesef tarihte ona göre, siyaset ve medrese (ümera ile ulema), “güncel” ile “evrensel” arasındaki uzlaşmazlığın üstesinden gelmeye yönelik cılız denemelerden ileri gidememiştir. Bu sebeple devlet, yükselme devrinde bile ruhen ölüdür. Çöl ikliminin şartlarında Arap örfü ile gelişmiş erkek giyim tarzını biricik Müslüman kıyafeti gibi değişmez ve dokunulmaz kalıp sayabilen bir muhafazakârlık türünün etkin olabildiği bir kültür ortamında, yenilenmenin ölçüt ve kuralları için evrensel bir yöntem tartışması yapabilmek için belki de hâlâ erken…
Bu noktada Ömer Lütfi Mete şunu sorar: “Müslüman insan ‘uygarlık geliştirme’ yükümlülüğü ile dinin aslını koruma sorumluluğu arasındaki -asla aşılamaz olmaması gereken- çatışmanın muhasebesine acaba daha ne kadar zaman kayıtsız kalacaktır?” Ona göre bunun gibi çetin ve derin dinî meseleler, ancak karmaşık şartlanmalardan olabildiğince arınabilmiş aydınlarla çözümlenebilir. Nitekim nice keskin muhafazakâr insanlar sık sık, önceleri karşı çıktığı uygulamaları bir zaman sonra benimsemek durumunda kalmaktadır.
Allah dostu olan âşık bilgin ve düşünce adamlarının sözü, soluğu ve davranışları, İslam dünyasının bu en belalı çatışması karşısında başarı sağlayabilir. Hakk’a dayanan sadelik ancak aşk ile mümkündür.
Ona göre “İslam uygarlığının çöküşünün sorumlusu, yükselen ve yenip geçen Batı da değildir!”. Yüzlerce yıldan bu yana, Batı’nın cehalet ve geriliğinin tartışılmaz gerçek olduğu, asırlardan başlamak üzere günümüze kadar çözemediğimiz temel bir sorunumuzdur. Bu, her zaman karşımıza çıkan evrensel ile güncel atışmasına çözüm üretmek için yenilenebilir, dolayısıyla sürdürülebilir bir yöntem geliştiremeyişimizdir.
Ona göre cihat konusu da üzerinde tekrar düşünülmesi gereken önemli bir husustur: “Şüphe yok ki, insanoğlu var olduğu sürece gerekli bulunan cihat, gerçek ve geniş anlamıyla ‘insan hakları ve uygarlık mücadelesidir.’ Kur’an-ı Kerim’de yer alan ‘iyiliği emretme ve kötülüğü menetme’ görevi budur. Böyle bir görev ‘Müslümanlık şartı’ olduğu kadar, insanlık borcu da değil midir? Günümüzün Müslümanları, yaşadıkları sayısız acı tecrübeden sonra ‘cihadın gerçekte ve temelde’ doğrudan doğruya bir ‘insan hakları mücadelesi’ olduğunu tespit etmiş bulunmalıdırlar.
Öyleyse insanı en değerli varlık olarak korumaya ve yüceltmeye yönelik her düşünce, söz ve eylem doğrudan doğruya cihattır.”
Kaynaklar
Cem Küçük (Editör), Derin Devlet, 4. Baskı, Profil Yayınları, İstanbul 2010.
Ömer Lütfi Mete, 28 Şubat’tan Şemdinli’ye Derin Çeteler, 4. Baskı, Profil Yayınları, İstanbul 2012.
Ömer Lütfi Mete, İtfaiye Yakıyor (Bir Derin Devlet Geyiği), 3. Baskı, Profil Yayınları, İstanbul 2008.
Ömer Lütfi Mete, Allah’sız Müslümanlık (Gerileme Sürecinde İslâm’ı Yaşama Sorunu), Timaş Yayınları, İstanbul 2018.
http://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/mete-omer-lutfu
Hasan Hüseyin Gök, Ömer Lütfi Mete’nin Hayatı, Sanatı ve Eserleri, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uşak 2016.