Şimdi yükleniyor

Türkiye’deki Cengiz Aytmatov Algısı Üzerine – 1 (1970-2000 Yılları Arasında)

96 gokcan celik

Türkiye’deki Cengiz Aytmatov Algısı Üzerine – 1 (1970-2000 Yılları Arasında)

Orta Asya bozkırlarının sesini dünyaya duyurmayı amaç edinmiş büyük yazar Cengiz Aytmatov, milletinin tarih boyunca kazandığı bütün maddi ve manevi zenginliğini eserlerine yansıtarak, yaşadığı coğrafyanın ve insanının değerlerini, acılarını, kahramanlıklarını ve tecrübeleri yazıya döküp ölümsüzleştirmiş bir yazardır. Yazmaya başladığı ilk yıllarda genellikle göçebe-atlı kültürden yerleşik hayata geçişi ve köy kolhozlarının kuruluş sürecini anlatan Aytmatov, zamanla ülkeye hâkim olmaya başlayan yeni rejime adapte olma sancılarını, bozkır romantizmi içinde yaşanan aşkları, örgün eğitim faaliyetlerinin başladığı 1924 yılından sonraki hayat manzaralarını, sosyal bünyedeki temel rahatsızlıkları, rejimin uygulamadaki tutarsızlıklarını ve teknolojiye bağlı olarak insanlığın geleceğini tehdit eden yeni baskı ve zulüm yöntemlerini işlemiştir (Çelik, 2020: 309).

Kısacası, hümanizme armağan edilmiş eserleri ve felsefi düşünceleriyle XX. ve XXI. yüzyılın önemli yazarlarından biri olarak tarihteki yerini almıştır. Ancak Aytmatov’un bu başarısının arkasında, geçmişten bugüne eserleri üzerine incelemelerde bulunarak çeşitli görüşler bildiren akademisyen/edebiyatçı/eleştirmenlerin ve araştırmacıların da rolü büyüktür. “Eleştirinin görevi, yapıtın bir yorumunu vermek değil, onun sessizliklerini konuşturmaktır.” diyen Terry Eagleton’ın sözüne istinaden, yaşadığı dönemin şartları nedeniyle sembolik bir dil kullanmak zorunda kalan Aytmatov’un anlaşılmasında bu araştırmacıların payı yadsınamaz bir gerçektir.

1952 yılında gazete dağıtan küçük bir Japon çocuğun savaşa ve barışa olan bakış açısını anlattığı Gezitçi Dzuyo (Gazeteci Dzuyo) hikâyesiyle Kırgız Sovyet edebiyatında boy gösteren Aytmatov’un Türkiye’de tanınma macerası 1970’li yıllarda başlar. Louis Aragon’un “dünyanın en güzel aşk hikâyesi” olarak nitelendirdiği Camiyla (Cemile) hikâyesini Rusçadan Fransızcaya çevirmesi, aynı eserin Fransızcadan Türkçeye çevrilmesinin de önünü açmıştır.1 Böylece “Kırgız asıllı Sovyet yazarı” olarak Aytmatov adı, Cemile hikâyesiyle Türkiye’de duyulmaya başlamıştır. Sosyalist edebiyatın önemli temsilcisi olarak öncelikle solcu okurların ve araştırmacıların dikkatini çeken Aytmatov, 1977 yılında Kızıl Coluk Calcalım adlı hikâyesi senaryolaştırılarak Selvi Boylum Al Yazmalım adıyla sinemalarda oynamasıyla tüm Türkiye’de merak uyandırmıştır.

Aytmatov’un sosyalist imajı, Ak Keme (Beyaz Gemi) adlı uzun hikâyesinde küçük çocuğun intiharıyla sarsılmış (Çocuğa kurtuluş olarak intiharı göstermesi, onun bir yazar olarak sosyalizm görüşünden uzaklaşmaya başladığının işareti olarak kabul edilmiştir.), Samançının Colu (Toprak Ana) ve Koş Bol, Gülsarı! (Elveda Gülsarı) adlı eserleriyle de yerle bir olmuştur. Bu eserlerde halkın problemlerine ve millî değerlerine meyletmesi daha açık bir ifadeyle, romandaki Yedigey karakterinin gelenek-göreneklerine bağlılığı ve romanda yer alan mankurtizm aracılığıyla nihayet Sovyet sistemini daha açık şekilde eleştirmesi, zamanla sağ görüşlü okurların da dikkati çekmiştir. Kılım Karıtar Bir Kün (Gün Olur Asra Bedel) romanıyla da artık sağ kesimden araştırmacıların da Aytmatov merkezli çalışmalar yapmasına zemin hazırlamıştır.
Aytmatov üzerine yapılan araştırmaları kabaca iki etapta incelemek mümkündür: Bunlardan ilki 1970-2000 yılları arasında yapılanlar ve 2000 yılından günümüze kadar olanlar. Bu bölünmenin temel sebebi, yapılan çalışmaların niteliği ve derinliğidir. Yukarıda bahsettiğimiz değerlendirmeler ilk etapta yapılan çalışmalardandır. Bu bağlamda sağ-sol görüş ayrımı yapmaksızın akla gelen ilk isimler şunlardır: Atilla Birkiye, Muzaffer Uyguner, Muammer Yüzbaşıoğlu, Hayati Bice, Abdurrahim Karakoç, Şerif Aktaş, Fazıl Gökçek, Ahmet Kanlıdere-Fethi Gedikli, Bilge Ercilasun.

Edebiyatçı, akademisyen, araştırmacı ve yazar kimliğine sahip bu isimler, çalışmalarında Aytmatov’un eserlerini tematik ve teknik açılardan inceleyerek Aytmatov’un kurgu ve karakter yaratmada usta olduğunu, eserlerinde eski Türk inançlarına, mitlere, efsanelere, halk hikâyelerine yer vererek folklorik ögeleri ustaca kullandığını hatta başta Manas Destanı olmak üzere destanlardan yeni mitler yarattığını ve her şeyden önemlisi Türk dünyası olgusunun yapı taşlarından biri olarak birleştirici bir güce sahip olduğunu vurgulamışlardır. Bununla birlikte Aytmatov’un diplomatik kişiliği ve siyasi tavırları üzerine de fikir yürütmüşlerdir. Aytmatov’un o dönemlerde parlamaya başlayan siyasi kimliği, Türk araştırmacılar arasında fikir ayrılıklarının yaşanmasına sebep olmuştur. Daha açık bir ifadeyle, Aytmatov’un, eserlerinde alegorik şekilde sistem eleştirisi yapması, diğer taraftan da Sovyetleri ve sosyalizmi öven açıklamalarda bulunup Sovyetlerin desteğini ve verdiği ödülleri alması, Türk araştırmacıların kafasını karıştırmıştır. Bu temelde çıkan tartışmalar sürerken, Aytmatov’un ana dili Kırgızcayı terk ederek eserlerini Rusça yazmayı tercih etmesi, makalelerinde ve söyleşilerinde Rusçanın sevgi ve kardeşlik dili olduğunu söylemesi, Müslüman olarak addedilmesine karşın eserlerinde bunu açıkça belirtmemesi ve hatta Hristiyanlık meselesini işleyen (Dişi Kurdun Rüyaları/Kıyamat) bir eser yazması bu tartışmaları alevlendirmiştir.
Tartışmaların odağındaki Dişi Kurdun Rüyaları olarak yayınlanan Kıyamat romanıyla Aytmatov, hem sağcı hem solcu görüşteki eleştirmenlerin hedefi olmuştur. Aytmatov’un bu romanında Hristiyanlığı işlemesi, acaba Aytmatov Hristiyan misyonerliği mi yapıyor sorusunu akıllara getirmiş ve bu konuda ciddi tartışmaların çıkmasına zemin hazırlamıştır. Kimileri bir Sovyet yazarı olarak onun ateist ama güçlü bir yazar olduğunu (A. Karakoç), kimileri asimile olarak Hristiyan misyonerliği yaptığını (H. Bice), kimileri ise tam tersi din gibi insanları bütünleştiren ve bölen evrensel bir konuyu Hristiyanlık üzerinden anlatan stratejik bir yazar (F. Gökçek) olduğunu dile getirmiştir.

Konuyla ilgili yapılan tartışmalar bir sonuca bağlanmamakla birlikte bugün bile hâlâ devam etmektedir. Bu tespitlerden de anlaşılacağı üzere Aytmatov hakkında Türkiye’de yapılan ilk eleştiriler, Türkçeye çevrilen her eseriyle seyir değiştirmiştir (Çelik, 2020: 306). Bu noktada Aytmatov’un stratejik bir tutum içerisinde olduğunu söylemek mümkündür. O, Sovyet Hükûmeti’yle arasını iyi tutarak; makalelerinde, söyleşilerinde, röportajlarında onu övmüştür. Devletin resmî dili Rusçayı kullanarak, bir taraftan yine devletin sempatisini kazanmış, bir yandan da iki dilli bir yazar olarak maharetini göstermiş ve sesini Sovyet coğrafyasının dışına duyurabilmiştir. Sovyetlerin verdiği ödülleri ve unvanları kabul etmiş, böylelikle de yazarlık yolunda rahatça ilerlemiştir ve bütün bunları yaparken de eserlerinde ideolojinin eksik taraflarını da eleştirmekten geri durmamıştır (Çelik, 2020: 307). Lakin öyle bile olsa Aytmatov sansür nedeniyle bu eleştirilerini açıkça değil, alegorik-mecazlı söylemler, folklorik ögeler aracılığıyla dile getirmiştir. Ve oluşturduğu bu sembolik dil onu “Aytmatov” yapmıştır. Mitlerden, efsanelerden, masallardan beslenen Aytmatov, zamanla “mit” yaratıcı yazara dönüşmüştür. Böylece dünya edebiyatındaki sayılı yazarlardan biri olarak Asya’nın, Avrupa’nın, Afrika’nın kısacası tüm dünyanın ilgisini çekmeyi başarmıştır. Bizce Aytmatov eğer bugün böyle bir taktik yürütmeseydi, yeni nesil, yani bizler, belki de Aytmatov adını hiç bilmeyecektik. Ve Aytmatov, babası Törekul Aytmatov gibi genç yaşta isimsiz bir mezarda ebediyete varmış olacaktı.

Görünen o ki, aynı rejim altında yaşamayan sanatçı-eleştirmen ilişkisinde eleştirmenin sübjektif duygularından uzaklaşıp objektif değerlendirmeler yapabilmesi oldukça zordur. Bunu yapabilmesi için eleştirmenin ya eserin yazıldığı dönemin siyasi ve sosyal şartlarını iyi bilmesi ya da bizatihi o dönemde yaşaması gerekmektedir.
Dipnot:

1Eser, ilk kez 1965 yılında Şerif Hulusi tarafından çevrilmiş ve Hür Yayınları’ndan çıkmıştır.
*Makalemiz yazı dizisi hâlinde yayınlanacak olup, ikinci bölümü diğer sayımızda yer alacaktır.