Sarsılan Hayatlarımız ve Dağlanan Yüreklerimiz
“Zaman” ve “ölüm”; sanırım anlamlandırılması en güç, en muhayyel kavramların başında geliyor. Doğduğumuz andan itibaren bizim için zaman başlıyor ve öldüğümüz âna kadar aralıksız bir ritimle akıp gidiyor. Bu akışın adını da “ömür” koymuşlar. Ömrün uzunluğu yahut kısalığı ise mahlûkatın cinsine göre o kadar değişken ki… Yüce Yaratıcı’nın, kollarını semayı saracakmış gibi açmış bir ulu çınara verdiği ömür ile bahar aylarında bozkırları, yaylaları renklendiren, incecik yapraklarına elinizi değdiğiniz anda solup giden gelinciklerin ömrü aynı mıdır?.. Ya kuşların bilgesi karga ile en nazenin kanatlara sahip kelebeğin ömrü hiç mukayese edilir mi?.. Ancak hepimiz, bütün mahlukat; nasibimize düşen ömrü yaşayabiliyoruz ve zaman denen girift kavram ömrümüz nispetince anlam kazanıyor. Dolayısıyla zamanın hızı, ritmi ve varoluşa etkisi her canlı için ayrı işliyor. Herhâlde bunu fark edip en iyi şekilde ifade edenlerden biri Bilge Kağan olmuş ve asırlar önce kanaatini taşa hak ettirmiş: “Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek için doğar…”
Her insan, ömründe kimi zaman saadetler görür kimi zaman felaketler… Saadetlerin, felaketlerin bireyselliği aşıp toplumca yaşandığı anlar da vardır; bu ortak sevinçler, matemler ise insan yığınlarının millet olmasını sağlayan harç olarak görülmelidir. Milletimizin tarih sahnesindeki macerasına bakıldığında bizden öncekilerin birçoğunun çağına, sevinçlerden çok acıların düştüğü malum. Çünkü bu coğrafyada yaşamanın, ebediyete kadar kaim bir millet olmak azmini gütmenin zorlukları çok fazla. Cumhuriyet’imizin 100. yaşını kutlamaya başladığımız günlerde ülkece, milletçe çok büyük bir felaket yaşadık; bu da bizim ömrümüze, çağımıza denk geldi. Söz konusu felaket, sadece deprem bölgesindeki insanlarımızın değil hepimizin hayatını çok derinden sarstı. Öyle ki yaşadığım şehrin (Ankara) sokaklarındaki insanların yüzünden okunuyordu bu matem. Günlerce gelip giderken etrafıma bakındım, arkadaş sohbetlerimizde de konu edildi insanımızın yüzüne yansıyan hüzün, bakışlardaki mahzunluk. Tasvirini yapmakta zorlandığım için Halide Nusret’in “Ne acayip, ne acayip bu diyar / Gülen ahbap bile ağlar görünür…” dizelerine sığınıyorum. Ama insanımız, bir münzevi tavrıyla yaşamadı bu acıları, bir kez daha dünyada eşine az rastlanır bir kadirbilirlik örneği gösterdi Türk milleti; herkes nesi varsa paylaşmak için sıraya girdi.