Ötekileştirme Hakkında Röportaj
Farklılaşma ve farklı düşüncede olma, insan tabiatının sonucudur. Ancak her sosyal grup ve o grubu temsil eden bireyler, farklı zamanlarda farklı bağlamlarda ötekileştirmeye maruz kalabilmektedir. İnsan, ötekilerin, keşfedilmek üzere yeryüzüne serpilen birer hazine olduğunu bir anlasa, dünya huzur bulacaktır düşüncesindeyiz. “Ötekileştirme” konusuna yer verdiğimiz bu sayımızda, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü, Felsefe Tarihi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Celal TÜRER ile bir röportaj gerçekleştirdik. Prof. Dr. Türer; birlikte yaşama kültürü, ilk insandan bugüne ötekileştirme, ötekileştirmenin özgür düşünceye etkileri, ötekileştirmenin toplumsal huzura zararları, Avrupa’nın ötekileştirme tutumu, toplumsal cinsiyet eşitliği ve nefret söylemi gibi konu başlıklarında dergimize değerli açıklamalarda bulundu.
Batı toplumuna göre meselenin henüz başlangıcındayız…
“Ötekileştirme” konusuna birlikte yaşama kültürünün ne olduğu konusuyla başlayan Prof. Dr. Celal Türer, çok kültürlülük ve ortak yaşama kavramlarına değinerek şöyle devam etti:
Birlikte yaşama, bir arada yaşama, çok kültürlülük ya da ortak yaşama gibi kavramlar; insanlık durumunu ortaya koyan, insanlığın başladığı tarihten itibaren bir varoluş olarak ona yapışan bir hâli seslendiriyor. Söz konusu hâl, insanlıkla başladığı için biz bu hususu felsefi açıdan doğal bir durum olarak adlandırıyoruz. Nitekim bizim kültürümüzde insanın medeni, Batı kültürü açısından sosyal bir varlık oluşu; insanın bir arada yaşamaya mahkûm ya da mecbur oluşuyla alakalıdır. Netice itibarıyla insanlık, başladığı tarihten itibaren birlikte yaşayan bir varoluş, insanlık durumu ortaya koymuştur. Peki, birlikte yaşama, ortak yaşama ya da çok kültürlülük bir problem olmuş mudur? Elbette olmuştur. Bu problemin insanlık tarihî kadar eski olduğunu söyleyebiliriz. Ama günümüzde, daha yoğun bir şekilde yaşanan bir probleme dönüşmüştür. Batı’da birlikte yaşama sorunu, 50-60 yıllık bir problem alanına sahip. Ülkemizde ise daha yeni tartışılan bir mesele. O yüzden biz bu hususlarda Batı toplumuna göre meselenin henüz başlangıcında görünüyoruz.
Batı düşüncesi bu meseleyi daha derin bir zeminde; benliğin oluşumu, şahsiyetin oluşumu, ben ve öteki ya da başkasının ben’i zeminlerinde tartışıyor. Neden bu hususlar olduğunu düşünürsek; günümüzde değişimin çok hızlı olması, farklı mecraların ortaya çıkması, hareketliliğin oluşması, zorunlu göçler gibi hususlar ister istemez insan hayatındaki regülasyonları yeniden düzenlemeyi gerektiriyor. Hâl böyle olunca bir arada yaşama hem bireysel hem toplumsal olarak insan hayatı için bir problem hâline geliyor. Aynı şekilde bu aciliyet, çeşitli açılardan çözümlenmeyi bekliyor. Çünkü birlikte yaşama sorunu, en temelde, bugün siyasi bir sorun olarak görülse de ardından hukuki, ekonomik ve nihayetinde ahlaki bir eksene evriliyor. Ahlakın da her daim aşkın bir alana gönderme yapan bir varoluşsal sorun olması, ister istemez en temelde sorunun ahlak zemininde ele alınmasını gerektiriyor. O yüzden biz bu hususları felsefi anlamda birlikteliğin ontolojik temeli, birlikteliğin ahlaki zemini, öteki ile birlikteliğin imkânı ve nihayetinde sınırları meselesi şeklinde ele alıyoruz. Bu sorunlar, tüm insanlığın geçmişten insanlığın sonuna kadar karşılaşacağı bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Düne göre bu sorunun tartışılabilir olması, öteki başkasına yer açmanın ele alınması pek çok açıdan ilerlediğimizi de gösteriyor. Çünkü geçmişte birlikte yaşama ya birinin hâkimiyeti altında ya da birilerine boyun eğerek yaşanan bir durum olduğu için gerçekten bugünkü gibi bir hâl mi vardı yoksa sorunlar çözülmüş müydü bilemiyoruz. Bu yüzden bu insanlık durumunun gün geçtikçe daha iyiye doğru gideceğini; çünkü insanlığın da bir serüven olduğunu, yol alan, anlama ufku olan bir husus olduğunu fark ettiğimizde, birlikte yaşama imkânının gün geçtikçe daha farklılaşacağını da fark etmemiz lazım. Kanaatimce bu meseleleri hem karşılaşacağımız hem de uzun vadede çözeceğimiz bir durum olarak görmek gerekir. Bir örnekle daha iyi kavrayabiliriz bu durumu. Söz gelimi çeşitli savaşlar oluyor, çeşitli savaşlar zorunlu göçlere ya da ekonomik zorluklara sebebiyet veriyor ya da küresel ısınma nedeniyle insanlar bir müddet sonra daha soğuk ülkelere göç edecekler. Bu husus birlikte yaşamanın bir insani durum olarak ortaya çıktığını gösteriyor.
Gelişmiş ülkeler, kendi zeminlerini, insan kaynaklarını ya da insan stoğu dediğimiz hususları koruyabilmek, ilişkileri devam ettirebilmek için hemen hukuki önlemler almaya başlıyor. Çünkü hukuki önlemler alınmadığı takdirde meseleler artık siyasi sorunlar olarak önümüze geliyor. Ardından ekonomik sorunlar… Mesela Almanya’da şu an ister Doğu Almanya’dan gelenler ister Avrupa ülkelerinden gelenlere karşı ırkçı tepkinin ardında yatan husus, onların kendi hayatlarına dokunacak zararlarda bulunması olarak algılanıyor ve sonuçta ırkçılık meselesiyle karşılaşıyoruz. Hâsılı, bunun bir insanlık durumu olduğunu öncelikle fark etmemiz gerekiyor. Batı, bu noktada yukarıda ifade ettiğimiz gibi “50-60 yıl birlikte yaşayabilecek miyiz?” konusunu hep tartışıyor. Mesela ben Almanya’ya gittiğimde, katıldığım toplantılarda şu iki kelimeyi, yani; asimilasyon ve entegrasyon dediğimiz, tabiri caizse o kültüre ait olmak ya da entegre olmak diyebileceğimiz iki kavramı çokça kullanıyorlar. Bu noktada Batı düşüncesi, birlikte yaşayabilmeyi, bizim kültürümüzün ifadesiyle hoşça bakabilmek meselesi olarak yeniden gündeme getirmeli diyebiliriz. Diğer taraftan ister Medine Sözleşmesi ya da Osmanlının hoşça bakabildiğini söylemek, elbette kendi şartları içerisinde düşünmemiz gereken hususları temsil ediyor. Ama bugün dünyanın ya da insanlığın evrildiği zemini tekrar ele aldığımızda, bu bakış açılarını yeniden düzenlememiz gerektiğini de görmek gerekiyor.