Şimdi yükleniyor

Vardar Mavisi

Vardar Mavisi

Konuşma bittikten sonra Furkan, dedesinin emaneti olan caminin kalıntılarını, tekrar inşa edilmesine başlanacak Burmalı Camii’nin temellerine “Bismillah” diyerek attı. Ruhu rahatlamış, hatta kanatlanmıştı.

Ali, eski Üsküplü bir ailenin tek çocuğuydu. Babası çarşı esnafından olup aile geleneği olan kuyumculukla hayatını idame ettiriyordu. Çocukluğundan itibaren cana yakın olan Ali’yi herkes severdi. Balkan Savaşları’na çocuk yaşta şahit olmasının olgunluğu da vardı üzerinde. Dedesinin şehit edilmesinin de. Bu yüzden çarşıda onu tanımayan kimse yoktu.

Günlerden bir gün sabahın erken saatlerinde dükkânına gitmek için çarşının Arnavut kaldırımlı yolarından geçiyordu. Tam o esnada “Ali… Ali… Sana bir mektup geldi.” diye postacı Selim’in sesini duydu. Zarfı alıp Selim Bey’e teşekkür etti. Mektubun babasına gönderildiğini düşünmüştü. Zarfa baktığında İstanbul pulunun altında sadece gönderenin ismi yazmıyordu. Gönderilen kişi ise Ali idi. Bundan dolayı mektubu açtı. Hemen son kısmına göz attı. Böylece gönderen kişinin Tefeyyüz İlkokulu’ndan sınıf arkadaşı İrfan olduğunu anladı.

İrfan’ın ailesi, Osmanlı döneminde Konya’dan Üsküp’e yerleştirilen binlerce aileden biriydi. Yaşadıkları mahallenin ismi, ahalinin tamamının göç ettirilmesinden dolayı “Kaç Baba Kaç” olarak biliniyordu. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da siyasi olarak zayıflaması sonucu, Sırplar tarafından ülkeyi terk etmek için baskılara uğramışlar ve Türkiye’ye göç etmişlerdi. İrfan’ın babası Tahsin amca ise sakat ve ağır astım hastası olduğu için kendisinin isim ve soy ismini değiştirmişler ve onu, Vodno Dağı eteklerindeki hastaneye yerleştirmişlerdi. Son haftalarda Tahsin amcanın durumu kötüleşmişti. Bu yüzden İrfan onun hastanede ziyaret edilmesini ve son arzusu varsa yerine getirilmesini istiyordu. Yaparsa bu işi dostu, kardeşi Ali yapardı. Ona mektup yazmasının nedeni buydu. “Üsküp’ü ve sizi çok özledim. Şüpheniz olmasın, içimdeki memleket ve dost hasreti, kâğıda yazdıklarımdan çok fazladır.” diyerek mektubu sonlandırmıştı.

Durumu ailesine bildiren Ali, yarının sabahında faytonla Tahsin amcayı ziyaret etmek için astım hastalarının muayene edildiği hastaneye gitti. Onunla tanıştı ve durumu hakkında bilgi aldı. Doktorundan birkaç gün nefes almakta zorluk çektiğini şimdi ise durumunun iyi olduğunu öğrendi. Hastanedeki tüm konuşmalar zorunlu olarak Makedonca dilinde yapılıyordu. Tam o esnada hastaların ortak olarak kullandığı odanın girişinde zor yürüyebilen, elbiseleri düzensiz, saçı sakalına karışmış, gözleri ise masmavi olan bir adam kapıda göründü. Ali ona baktı. O da Ali’ye gözlerini dikti. Bu durumu gören doktor, bu hastanın, kendi kendisine birkaç cümle mırıldanması dışında konuşmadığını belirterek oradan uzaklaştı. Aynı anda Ali’ye bakan yaşlı adam da kapıyı kapattı ve hızlı adımlarla odasına kaçtı. Ali, Tahsin amcayla sohbet ettikten sonra oradan ayrıldı.

İlk başlarda beş-on dakikadan fazla hasta ziyaretinde kalmayan Ali, birkaç hafta sonra hastaların ortak kullandıkları odada Tahsin amca ve diğer amcalarla tanışmış, her ziyarette onlarla da sohbete dalıyordu. Her gelişinde, ona ilginç bir şekilde bakan mavi gözlü, saçı sakalına karışmış yaşlı adama denk geliyor, ona da selam veriyordu. Adam ise Ali’ye sadece kafasını sallıyordu.

Hastaneye gittikçe Ali’nin yaşlı adamın kim ve neden bu hâlde olduğuna merakı da artıyordu. İlginç olan husus ise hiçbir hastanın bu kişinin kim olduğu hakkında bilgisi olmamasıydı. Bir keresinde Tahsin amca, Ali’ye yaşlı adamla kimsenin irtibata geçilmemesine dair doktorların kendilerini uyardıklarını söyledi. Buna ilaveten Tahsin amca, “Bir yerden buraya gelmiş, galiba hapishaneden.” deyince, son yılların siyasi durumu okumalarından, ailesi ve büyüklerinin konuşmalarından mütevellit Ali’nin yaşlı amcayı tanıma merakı daha da artmıştı. Vedalaşırken Tahsin amca; komünist rejime biat ettiğini gösterircesine her zaman kırmızı tişört giyen kişinin sivil polis olduğunu ve görevinin yaşlı amcayı gözetlemek olduğunu Ali’nin kulağına fısıldadı. Böylece Ali, zihnindeki bazı soru işaretlere cevap bulmuştu. Üsküp Türk Çarşısı’na dönerken birkaç gün sonra hastaneye uğradığında ne yapacağını planlamaya başlamıştı bile.

Ali, hastaneye gideceği günü iple çekiyordu. Hastanedeydi. Yaşlı amcayla konuşmak için fırsat kolluyordu. Niyeti onunla Arnavutça veya Türkçe konuşmaktı. Belki bu dillerden birini anlar ve konuşur, derdini anlatır diye düşünüyordu.

Tahsin amca ve arkadaşları çay-kahve içmek için balkona çıktılar. Birkaç dakika sonra sivil polis de doktorla sigara içmek için dışarıya çıktıklarını gördü. Ali hemen yaşlı amcanın odasına girdi. Odasına polisin dışında başkasının girmesinin yasak olduğunu bildiği için adam şaşkınlıkla Ali’ye bakıyordu. Yanına yaklaşan Ali, Türkçe konuşmaya başlar başlamaz yaşlı amcanın masmavi gözlerinden gözyaşları dökülüverdi.

“Vardar eski Vardar değil. Vardar kirlendi…” diye birkaç kez mırıldandı.

Neden bunu tekrarladığını soran Ali’ye hızlıca döndü, yüzünü buruşturdu. Bakışları birkaç saniye donmuştu. Ağzından kelimelerin diline akmasını engelleyen bir bakıştı bu. “Beni anlıyor musun?” diyen Ali’ye hemen başını salladı. Demek ki Türkçe anlıyordu. “Evet.” diyerek suskunluğunu bozdu.

Ağzının kilidi açılmışçasına yaşlı amca yavaş yavaş “Ko… konu… konuşmayı kendime haram kılmıştım. Senin Türkçe konuştuğunu duyunca…” derken sert öksürüklerle konuşması kesildi. Ama durmak istemiyordu: “Ölüm şerbetini içme vaktim yaklaşıyor. Yaşadıklarımı hiç kimseye anlatamadan öleceğimden çok korkuyordum. Ama çok şükür Allah’ıma, seni karşıma çıkardı.” Ali, dikkatlice yaşlı amcayı dinliyor, o da hasret kaldığı konuşmasına devam ediyordu: “Ben Üsküp’ün Karlızâde ailesinden olan ve Burmalı Camii’ni inşa eden Mehmed Bey’in soyundan gelen torununu korumakla görevliydim. Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki Üsküp’ün tarihî mekânlarının arşivlenmesi amacıyla resimlerini çizdim. Benim gözlerim mavi olduğu için bana “Vardar Gözlü Ali” derlerdi. İtiraf etmem gerekir ki, Vardar Nehri’ni çizmeyi çok severdim. Özellikle Üsküp’ün merkezinin; Vardar Nehri, Taşköprü ve Burmalı Camii üçlemesinin peyzajına âşıktım.”

Yaşlı amca obsesif hastaları gibi konuşmasına devam ediyordu:

“Devlet-i Âliyye zayıfladı. Maalesef yıllar önce Üsküp’ten, Evlad-ı Fatihan’dan ayrılmak zorunda kaldı. Gavur rejim geldi. Biz, din kardeşlerimiz olan Arnavutlarla beraber, tarihî eserlerimizin yıkılmaması adına farklı görevler üstlendik. Benim görevim, Burmalı Camii’nin yıkılmasını engellemekti. 1923 yılında camiyi yıkma niyetlerinin olduğunu duyunca Üsküp Çarşısı’nın ve şehir merkezinin dışına hiç çıkmadım. İki yıl dilencilik yaptım. Taşköprü’nün altında uyudum. Çok şükür birçok kez camiyi yıkmaya gelen araçları yaktım, kırdım; ama 1925 yılının sonbaharında beni yakaladılar. Yakalanmaz olaydım.” dediğinde hatıraları canlandığı için ölüm meleğini görmüş gibi duraksadı. Ardından kendine geldi. Derdini tam olarak anlatamadığı yüz ifadesinden belliydi.

Devam etti:

“Yakaladılar beni ve hapse atıp çok dövdüler. Kim olduğumu tespit ettiklerinde ise işkenceler arttı. Ellerimi kırbaçlarken artık ‘Bu ellerle güzel resim çizersin,’ diye dalga geçiyorlardı. Sanırım tarihî eserlere dair resimlerimin çoğunu yaktılar.

En ağır işkencem ise insan kılıklı ejderhaların Burmalı Camii’ni yıktıkları zaman bana caminin yıkılışını zorla seyrettirmeleri oldu! Burmalı Camii’nin parçalarını Vardar Nehri’ne attıklarını gördükçe şehrin ruhu bana yabancılaşıyordu. O anda Vodno Dağı’ndan gözyaşı damlaları dökülmüş, Vardar Nehri zehirlenmişti. Ay, utancından yaralı ruhumda gizleniyordu. Ben ise derdimi çağlayarak haykırmak istiyordum. Elveda kokan gözyaşlarım ise Vardar Nehri’yle karışıp buhar olmuştu. Bu olaydan sonra şu cümle dışında başka bir şey ağzımdan çıkmadı:

‘Vardar eski Vardar değil… Vardar çok kirlendi…’

İşte bu cümle, benim sessiz çığlığım oldu. O akşamdan bir şey daha hatırlıyorum: Çok ağlamaktan dolayı yere çöktüm ve Burmalı Camii’nin kalıntılarından parçalar alıp cebime koydum. Bu kalıntıları hiç kendimden ayırmadım. Hep yanımda taşıdım.” dedi. Ardından odanın köşesine gitti. Bir küçük kutuyu Ali’ye uzattı, bunun bir emanet olduğunu ve bu emanete ihanet etmemesini tembihledi.

Sohbet uzun sürdüğü için hastanede görev yapan yöneticiler yaşlı amcanın odasına birinin izinsiz girdiğini polise ihbar etmişlerdi. Kapıyı açan sivil polis Ali’nin yanına yaklaştı ve ceketinden tutup yüksek sesle “Defol git (Мрш надвор)!” diyerek onu odadan uzaklaştırdı.

Ali, kutuyu sakladı. Yaşlı amcadan duyduklarının sarhoşluğuyla hastaneden çıkar çıkmaz tenha bir yerde oturdu. Kutuyu açtı. İçinde bir mektup ve bir poşette taş ve tuğladan kalıntılar vardı. Osmanlıca olan mektubu okumaya başladı:

              Bu mektubu okuyan bahtiyar kişiye,

Size çok önemli bir mesuliyet tevdi edilmektedir. Burmalı Camii’nin resmi, Üsküp Türk Çarşısı esnafından Leblebici Sedat Usta’nın evinde, eski kitaplarını sakladığı odasının gizli çekmecesindedir. Bu resmi bulmanız, Burmalı Camii’nin yıkılıp onun yerine Ordu Evi’nin inşa edilmesinin gasp olduğunun ispatlanması için önem arz eder. Çünkü resmin arkasında Burmalı Camii’nin orijinal tapusu bulunmaktadır.

Bahusus zarfın içinde bulunan Burmalı Camii’nin kalıntılarının bir kısmını, mavi renk ile karıştırılıp tekrardan çizilen resimdeki Vardar nehrini boyamanızı istirham ederim. Kalıntıların diğer kısmı ise Burmalı Camii’nin tekrardan inşa edilip temellerine atılmasına kadar muhafaza edilmelidir.

اسمسز

Vasiyet tarihi: 11 Haziran 1925.

Eve vardıktan birkaç saat geçmemişti ki yaşlı amcanın vefat haberini aldım.

1945 yılının Şubat ayı. Murat Paşa Camii’nin önünde Çifte Hamam’da tek bir resmin sergisi yapıldı. Şehrin önde gelen âlimleri, sanatçıları ve tüm çarşı esnafı oradaydı. Birkaç kişi söz aldıktan sonra Ali konuşmaya başladı. Yirmi yıl önce yaşadıklarını ayrıntılı bir şekilde anlattı.

Konuşmasının bir kısmında Ali, Burmalı Camii’nin resmini bulup bizzat kendisi, cami kalıntılarının bir kısmını mavi renkle karıştırıp sergide bulunan tek resimde görüldüğü üzere Vardar Nehri’ni boyadığını zikretti. Böylece daha önce bilinmeyen kül rengimsi bir mavi rengin ortaya çıktığını belirtti. Hüznün, hasretin ve hayalin bir ifadesi olan bu mavinin yeni tonunun, “Vardar mavisi” şeklinde adlandırılması gerektiğinin altını çizdi.

Yaşlı amcanın vasiyetinin birinci kısmı tamamlanmış, ikincisi ise vaktini beklemekteydi. Bu emanetin ve sorumluluğun ağırlığını hissettiği için Ali, konuşmasının sonunda sesi titreyerek yaşlı amcanın ağzından bizzat duyduğu şu cümleleri tekrarladı: “Vardar eski Vardar değil… Vardar çok kirlendi…” 

Ve şunu ilave etti:

“Vardar’ı hepimiz, hep birlikte temizlememiz gerekiyor…”

Yıl 2053. Ali’nin torunu Furkan, elinde küçük mavi kutu ile Taşköprü’de göründü. Vardar Nehri’nin diğer tarafında bulunan binlerce insan, onun gelmesini bekliyordu. Namazgâh’ın önünde Allah’a şükretmek için avuçlarını açtı, dua etti. Onun “Çok şükür Allah’ım.” nidası, orada bulunanların gönüllerinde hissediliyordu. Furkan, köprüden önce Vardar Nehri’ne baktı, ardından temelleri atılacak yere. Tevazu ve vakar içinde yürüyor, dedesi Ali’nin emanetini yerine getirmenin sevincini yaşıyordu.

Dünyanın farklı yerlerinden önemli şahsiyetler ve Üsküp’ün önde gelen isimleri, şehrin merkezinin aslına rücu etmesi hayalinin gerçekleşmesinin önemi hakkında konuşmalar yaparken herkes duygulanmıştı. Konuşma bittikten sonra Furkan, dedesinin emaneti olan caminin kalıntılarını, tekrar inşa edilmeye başlanacak Burmalı Camii’nin temellerine “Bismillah” diyerek attı. Ruhu rahatlamış, hatta kanatlanmıştı. Bu kutlu mücadelenin başarılı tamamlanmasına katkı sağlayan herkese teşekkürlerini arz etti. Ardından Furkan’ın sevinç gözyaşları içinde, “Vardar temizlendi… Vardar temizlendi…” şeklindeki haykırışı, cennet bahçesinde olanlar tarafından dahi duyuldu.

Kaynak: YTB