Üreten Bir Nesli Tüketmeme Mefkûresi
Bir zamanlar eski ama özenli kullanılan kıyafetlerimiz vardı. Abladan, abiden kalma ayakkabılarımız kardeşe kalma bilinciyle kullanılır ve boyanarak giyilirdi. Ayakkabı boyacılığı diye bir meslek vardı. Sokak aralarında bakkallarımız, küçük esnafımız vardı. Yerli ürünleri satan bakkallarımız vardı, dostluğun kıymetli olduğu zamanlarda veresiye defteri vardı. İnsana güvenin olduğu zamanlardı, darda olana borç verilirdi. Yerli tohumundan ve kendi keçisinden sofrasına aş götüren; mahallesine, şehrine, ülkesine üreten küçük çiftçimiz vardı. Az üretirdi ama üretebilirdi…
Bir zamanlar açtığımızda bize idealler ve dünyalar sunan, elden ele geçerek kıymetlenmiş, yalnızca vitrin süslemeyen kitaplar vardı. O kitaplar ki değer yargıları barındırır, popülist destekle meşhur olmuş kişi ve kurumlardan arındırılmış öz yazarların elinden çıkmıştı. Bir zamanlar hiç resim satamamış ama resme ömrünü adamış ressamlar vardı…
Bir zamanlar, ah bir zamanlar…
Bu serzeniş, bir toplumsal dönüşüm resmi olarak çıkıyor karşımıza. Bu dönüşüm, absürt bir niteliğe dönüşmeye başladıysa, toplumsal kaosun ortaya çıkması muhtemeldir. Sanayi Devrimi ve hızlı bant tekniği, dünyada hızla artan üret-tüket dinamiği, dünyayı geri dönüşü olmayan bir çıkmaza sürükledi. Sanayileşmeye bağlı olarak artan şehirleşme, modern toplum algısının, şehir toplumu olarak algılanması, zihinlerde oluşan boşluklar ve boşlukları dolduran gürültülü şehirler, tüketim toplumunu ortaya çıkardı. Ve o toplum öyle bir toplum oldu ki, nefse hitap ettiği için dalga dalga dünyadaki dinamiğe sahip tüm ülkelere bir hastalık gibi bulaştı. Buradan hareketle yeni bir resim çizelim.
Kıyafetle dolu dolabında kıyafet bulamadığı için durmaksızın alışveriş yapan bir anne, her gün çok yemek ve yeni yemek yemek isteyen bir baba, asla ev yemeği sevmeyen çocuklar, dışarıda hastalık yüklenmiş hormonlu gıdaları tüketmekten obez olmuş gençler, sevgiden eser kalmamış ilişkiler, mahremiyetsiz özel hayat, mora çalan gözler, bağımlılık kokan sokaklar… Bu resimde huzur yok… Renklerse griler, morlar… Yüzlerse keskin bıçak darbeleri kadar sert. Bu resmin bir köşesi; karanlık dünyanın fakir yüzü. Orası tüketemeyen yüzü; işte orası siyahlar, kırmızılarla dolu. Parıltılı bir fanus çizmiş yöneten ressam ve içine neyi tüketmemizi istiyorsa onu koymuş.