Prof. Dr. Mahmut Hakkı AKIN
Bugün, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu zorluklar ve fırsatlar, geçmişte yaşanan dönüm noktalarının izlerini taşır. Küreselleşme, teknolojik ilerlemeler, demokratikleşme süreci ve uluslararası ilişkilerdeki değişimler, Türkiye’yi yeni bir döneme doğru taşımaktadır. Bu dönemde, Türkiye’nin karşılaştığı meydan okumaları anlamak ve geçmişten gelen dersleri değerlendirmek, ülkenin geleceğini şekillendirmede önemli bir rol oynayacaktır. “Türkiye’nin Dönüm Noktaları” konusunu ele aldığımız bu sayıda, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mahmut Hakkı AKIN ile bir röportaj gerçekleştirdik. Prof. Dr. Akın, Türkiye’nin yakın tarihindeki siyasi, ekonomik, toplumsal, eğitim, teknolojik vb. dönüm noktaları hakkında dergimize önemli açıklamalarda bulundu.
Röportaj: Koray TÜMAY
Türkiye’nin yakın tarihindeki en önemli dönüm noktaları nelerdir; bunların hangileri Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve politik yapısını ne yönde etkiledi?
Cumhuriyet tarihini genel olarak düşündüğümüzde eskiyi ortadan kaldıran ve yeni olanı ikame etme amacındaki değişimler önemli dönüm noktaları olarak kabul edilebilir. Dönüm noktası denilebilecek pek çok olayda bu dönüşümden kaynaklı gerilimin izleri de takip edilebilir. Tevhid- i Tedrisat, Takrir-i Sükûn Kanunu, harf inkılabı ve laiklik ilkesinin Anayasa’ya konulması Cumhuriyetin ilk dönemindeki önemli olaylardır. Bu olaylar, tarihsel süreklilikte kırılmalara sebep olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrası şartlarda çok partili hayata geçiş süreci ve bu dönemde izlenen siyasette yaşanan değişimler de önemlidir. Takrir-i Sükûn Kanunu, bu dönemde kaldırılmış ve otoriterleşme konusunda bir geçiş yaşanmıştır.
1950 sadece tek parti döneminin demokratik yolla son bulması değil, kentleşmenin başlaması dolayısıyla da bir dönüm noktasıdır. Sonuçta bu değişimin etkileri; siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda hissedilmiştir. 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen askerî darbe, siyaset ve bürokrasi ilişkisi açısından önemli bir kırılmadır. Sonraki darbeleri de bu süreklilik açısından anlamak gerekir. 24 Ocak Kararları, sadece ekonomik bir değişimin ötesinde Soğuk Savaş döneminin sonunda Türkiye’nin 2000’li yıllardaki değişim istikametini de çok yönlü olarak etkilemiştir.
28 Şubat süreci ve 2002 yılında AK Parti’nin tek başına iktidar olması da önemli dönüm noktalarından biri olarak görülür. Son 22 yıllık dönem, kendi içinde alt dönemleştirmelerle anlaşılabilir. Ancak AK Parti dönemi, Avrupa Birliği süreci, e-muhtıra ve bu müdahaleye karşı hükûmetin dik duruşu, AK Parti’ye kapatma davası, Gezi Olayları, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi ve başkanlık sistemine geçiş gibi önemli olaylarla bu süreç devam etmiştir. Elbette yaşananlar çok yönlü, uluslararası ilişkiler ve ekonomi-politiği dikkate almayı gerektiren olaylardır.
Siyasi arenada hangi olaylar, Türkiye’nin politik gelişimini belirleyen kritik anlar oldu?
Siyasi tarihimizde doğrudan devlet merkezli değişimlerin yanı sıra siyasetin kendi işleyişini etkileyen partilerin kurulması, seçimler, darbeler ve darbe girişimleri gibi olaylar da önemlidir. Tek parti dönemi, Türk siyasallığının şuur altını oluşturur. Bugün bile o dönemde izlenen siyasetin belirleyici etkileri takip edilebilir. II. Dünya Savaşı sonrasında çok partili hayata geçiş önemli bir gelişmedir. 1950 seçimleri, Türk siyasi hayatının en önemli olaylarından biridir. Milletin de siyasette hesaba katıldığı ve hesap sorabildiği yeni bir dönem başlamıştır. Elbette askerî darbeler, Türk demokrasisinin olağanüstü dönemleri olarak iktidar çatışmasının başka bir yönünü yansıtmıştır. 1960’lı yıllar askerî vesayetin çokça hissedildiği ancak bir yandan entelektüel çeşitlenmenin siyasi arenada da görünür olduğu bir dönemdir. Bu dönemin aktif siyasetçileri, uzun yıllar Türk siyasetinin en önemli isimleri olmuştur. Aynı zamanda 1960-1980 arasında Türk siyasallığının sosyolojik bölünmesi ve çeşitlenmesi de yaşanmıştır.
Daha sonra İslamcılığın yükselişi, Kürt siyasi hareketinin örgütlenmesi gibi birçok olay, bu dönemde yaşanan gelişmelerin bir sonucudur. 1990’lı yıllarda Kürt meselesi ve bölgesel çatışma ile 28 Şubat sürecinin yaşanması, 2000’li yıllarda AK Parti iktidarı dönemini anlama açısından son derece önemli bir yerde durmaktadır. Elbette AK Parti’nin kuruluş sürecinde, Millî Görüş Hareketi’nden ayrılmasına rağmen hareketin tabanının büyük oranda desteğini alması ve merkez sağa hâkim olması da önemli bir kırılma noktasıdır. 2002 seçimleri, yeni bir dönemi ortaya çıkarmıştır. 2007 seçimleri, Gezi Olayları, 15 Temmuz darbe girişimi ve başkanlık sistemine geçiş, yakın zamanda siyaseti anlama açısından kritik dönemeçler olarak kabul edilebilir.
Türkiye’nin dış politikada yaşadığı dönüşümler ve bu değişikliklerin bölge ve küresel dinamiklere olan etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye, stratejik olarak çok önemli bir konumda bulunuyor. Soğuk Savaş döneminden itibaren izlenen dış politika, dönem şartları dolayısıyla daha pasif bir görünüme sahiptir. Ancak Türkiye’nin, bölgesinde aktör olma ve büyüme hedefleriyle ilgili açılımı önemli gelişmelere sebep olmuştur. Elbette bu bir süreçtir. Özellikle Balkanlarda ve Orta Doğu’da Türkiye her istediğini elde eden ve her şeyi belirleyen bir aktör hâline gelmese bile daha önceki dönemlerle kıyaslandığında dikkate alınan, gelecekte çok daha fazla şeyi değiştirebilecek bir potansiyeli hissettirmektedir.
Küresel güçler açısından da Türkiye, ciddiye almaksızın hareket edebilecekleri “herhangi bir ülke” görünümünden çıkmaya başlamıştır. Ankara’nın dış politikadaki anlayışı, süregiden politikaları tersine döndürmeme üzerine kurulmuştur. Bu değişim sürecinin riskleri olduğu gibi Türkiye’ye maliyeti de olmuştur. Ancak bu yaşananlar sadece Türkiye’nin kendi iç dinamikleriyle ilgili değil, bölgede yaşanan ve büyük ihtimalle devam edecek olan gelişmelerle ilgilidir. Türkiye’deki vizyon değişiminin pek çok yönü uluslararası ilişkilere de yansımaktadır.
Türkiye’de son yıllarda yaşanan toplumsal hareketler ve bu hareketlerin ülkenin sosyal dokusuna olan etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Dünyada etkili olan bazı toplumsal hareketlerin Türkiye’de kısmen karşılığı olabiliyor. Ancak bu hareketler, doğrudan örgütlü toplumsal hareketler olmaktan ziyade belli grupların siyasal kimliklerini ayırt etmeleri açısından işlev görmektedir. Özellikle çevre, cinsiyet ve kadın meseleleri üzerinden yapılan tartışmaların hepsi değilse de önemli bir kısmı bu minvalde değerlendirilebilir. Bazı toplumsal hareketler moda gibi gelip geçebiliyor. Bunun önemli sebeplerinden biri, Türkiye’nin kendi toplumsal gerçekliğinin ürettiği toplumsal hareket potansiyellerinin bir kısmının farkında olmamaktan kaynaklanıyor.
Elbette Türkiye, dünyada ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerden etkilenecektir. Şu anda Türkiye’de toplumsal hareketler açısından en büyük potansiyel, süregiden küresel göç olayı ve göçmenlerle birlikte yaşamak meselesinde karşımıza çıkmaktadır. Göçmen karşıtlığı Avrupa’nın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de siyasi bir harekete dönüşmüştür. Bir yandan da bu durumu kabul eden ve bir arada yaşama imkânlarını arayan, göçmen karşıtlığına ve ırkçılığa karşı başka hareketler oluşmaktadır. Burada ciddi çatışma riskleri bulunmaktadır. Bu nedenle devlet ve sivil toplumun birlikte gerçek durumu göz önünde bulundurarak gerçekliğe uygun çözümler araması önemlidir. Hareketliliğin tamamen kendi hâline bırakılmasının beklenmedik sonuçları olması muhtemeldir.
Eğitim sistemi üzerindeki değişimlerle ilgili olarak, Türkiye’nin dönemsel gelişmeleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Eğitim, öteden beri Türkiye’nin en çok sorun üreten alanlarından biri olarak kabul edilir. Burada nicelik ve nitelik arasında bir gerilim yaşadığımızı öncelikle tespit edebiliriz. Türkiye, Avrupa ve OECD ülkeleri arasında üniversite mezunu ve lisansüstü kariyer açısından ortalamanın altında bir ülkeydi. Bu nedenle üniversiteleşme AK Parti döneminde ciddi bir şekilde arttı. Ancak bir yandan zorunlu eğitim süresinin uzatılması bir yandan da teknik eleman ihtiyacını karşılayacak okullara rağbetin teşvik edilememesi ciddi bir handikap oluşturdu. Yakın zamanda bu konuda bazı adımlar atıldı.
Elbette üniversite okuyanların ve mezunların sayısının son 10 yılda ciddi bir şekilde yükselmesi de yeni sorunlara sebep oldu. Eğitimde yaşanan değişimin, küresel etkileri de söz konusu ve bazı sorunlar dünyanın farklı bölgelerinde de yaşanıyor. Çünkü küresel ölçekte yaşanan değişim, eğitim alanında da kendisini gösteriyor. Türkiye’de eğitimin, bir yönüyle öğretimden ibaret bir aktarıma dönüşmesi bu büyük ölçekli değişimin bir sonucu. Çünkü öğrenci, veli ve öğretmen ilişkileri farklılaşmış durumda. Diğer yandan eğitim, Türkiye’de insanların kendi becerileri ve başarılarıyla toplumsal konumlarının değişmesini, hareketliliği sağlayan en önemli alanlardan biriydi. Yavaş yavaş ekonomik eşitsizliklere bağlı olarak eğitimin bu özelliğini eskisi kadar gösteremediği öngörülebilir.
Türkiye’nin ulusal güvenlik ve savunma politikalarındaki değişimleri değerlendirebilir misiniz?
Türkiye’nin ulusal güvenlik ve savunma konularında kendi kaynaklarını kullanarak yaptığı işler çok değerli. Bu işlere yapılan yatırımların karşılığı da belli konularda alındı. Ulusal güvenlik ve savunma konuları, doğrudan bağımsızlıkla ilgili konular. Türkiye’nin bölgesinde bir aktör olması; kendi güvenliğini kendi kaynaklarıyla sağlaması ve ürettiği araçları geliştirmesine bağlıdır. Aksi takdirde rekabette yer alması mümkün olmaz. Dolayısıyla güvenlik ve savunma konusunda yapılan işler, geleceğe yönelik önemli gelişmelerdir. Bu konularda geri kalmak ve oluşan birikimi sürdürmemek Türkiye’ye ağır maliyete sebep olabilir.
Türkiye’nin eğitim, sağlık, altyapı gibi alanlardaki dönüşümleri ve bu alanlardaki başarıları veya zorlukları hakkında ne düşünüyorsunuz?
2000 sonrasında eğitim, sağlık ve ulaşım başta olmak üzere önemli gelişmeler yaşandı. Bu alanlarda yapılacak yatırımlar için bütçeden ciddi paylar ayrıldı. Özellikle sağlık ve ulaşım konusunda pek çok alanla kıyaslandığında ciddi başarılar elde edilmiştir. Bu başarılar, bu alanlarda Türkiye’yi cazip hâle de getirmiştir. Elbette bu alanlardaki başarıların sürdürülebilmesi için güç ve istikrar gerekmektedir. Ayrıca belli bir seviye yakalandığında gelecekçi ve rekabetçi bir perspektife de sahip olmak gerekmektedir. Yıllarca bu alanlarda önemli adımlar atılmasında, kamu bürokrasisi ve mevzuatta belli engeller çıkmıştı. Dinamizmin sürekliliğini sağlamak önemlidir ki bu da yöneteni ve yönetileniyle vizyon sahibi olmayı gerektiriyor.
Teknolojik ilerleme açısından, Türkiye’nin hangi dönemleri önemli bir değişim ve gelişim sürecine soktu?
Turgut Özal’ın telekomünikasyon alanında yaptığı atılım son derece önemliydi. Türkiye, 1980 öncesinde on yıllar boyunca bu konuda çok zaman kaybetmişti. 1990’lı ve 2000’li yıllarda görece daha iyi bir seyir takip edildi. Var olan küresel konjonktür, teknoloji konusunda alıcı ve tüketici kalınmaması, üretici hâline gelinmesini biraz da zorunlu kılmıştır.
TEKNOFEST gibi programlar sayesinde, gençlerin teknolojik gelişmeleri takip etmeye ve bu konuda katkı vermeye teşvik edilmesi elbette önemli ve takdir edilmesi gereken uygulamalardır. Ancak bir yandan da teknolojinin insan hayatına çokça dâhil olduğu, dijitalleşmenin de ürettiği sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu konularda da dikkatli olunması gerekmektedir. Bu konuda da tek yönlü ve sadece olumlu yönleri öne çıkaran bir anlayış meseleyi eksik göremeye sebep olacaktır.
Türkiye’nin kültürel ve sanatsal açıdan yaşadığı değişimler hakkında neler söylemek istersiniz?
Türkiye kendi içinde önemli bir değişim yaşadı. 1950’li yıllardan başlayan göç hareketliliği geleneksel kültürel çeşitliliği de değiştirdi. Bu değişimin sanata, edebiyata, müziğe ve benzer alanlara etkileri de oldu. Çoğunluğu şehirlerde ve büyükşehirlerde yaşayan toplumun, bu konuda bir arada kalmışlık dönemi tecrübe edilmişse de kendine özgü ürünler de artmaya başladı. Bu da işin kendi doğasında var olan bir durumdur. Büyük ihtimalle yeni tarzlar, melez bazı ürünler vb. artarak devam edecektir. Ayrıca yeni teknolojilerin sağladığı imkânlar da alana dâhil edilmektedir.
Geleceğe dönük olarak, Türkiye’nin karşılaştığı meydan okumalara nasıl yaklaşılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Türkiye’nin bölgesinde güçlü olması gerekiyor. Türkiye’nin, kendi potansiyellerinin ve risklerinin farkında, gerçekliğe uygun hareket etmesi son derece önemlidir. Bu şekilde hareket etmek, Türkiye’nin kendi faydası ve karşı meydan okumaları için gereklidir. Bu nedenle uzak ve yakın tarihte yaşanan gelişmelerin farkında hareket edilmesi, geleceğe yönelen stratejilerin geliştirilmesi Türkiye’nin gücünü artırmasına ve meydan okumalara karşı alternatifler üretmesine katkı sağlayabilir.
Türkiye’nin demografik yapısındaki değişimlerle ilgili olarak, önemli dönemleri nasıl değerlendirirsiniz?
Öncelikle nüfus yapısı ciddi bir şekilde değişmektedir. Doğum oranları azalmakta, hane halkı sayısı düşmekte, Türkiye’de çocuk ve genç nüfusu azalırken yaşlı nüfusu da ciddi bir şekilde artmaktadır. Bilindiği gibi uzun yıllar Türkiye’de nüfus planlaması bir devlet projesi olarak teşvik edilmiş ve çok çocuklu olmanın az gelişmişlik göstergesi olduğu vb. propaganda şeklinde sunulmuştur. Bugün geldiğimiz noktada bu konularda ciddi risklerle karşı karşıya kalınmıştır. Nüfusun yaşlanması, bağımlı nüfusun ciddi bir şekilde artması anlamına gelecektir.
Göç, Türkiye’nin önüne kolaylıkla geçebileceği basit bir sorun değildir. Küresel göç olaylarının bütün dünyada dalgalar hâlinde devam edeceği ve bu hareketliliğin 21. yüzyıla damgasını vuracağı açık bir şekilde kabul edilmiştir. Burada ne yapılacağı, demografik yapının nasıl değişeceği projeksiyonlar geliştirerek çalışılmalıdır. Bu değişimler; şehirleri, konutları, ortak yaşama ve hizmet alanlarını değiştireceği gibi bazı sektörleri yok edecek, bazı yenilerinin de ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Bu nedenle yapısal durumların analizi, sorunların tespiti ve politikalar üretilmesi son derece hayatidir. Eldeki bazı kaynakların ve potansiyel birikimin neler olduğu konusunda da adımlar bu şekilde atılabilir.
Son olarak Türkiye’nin geleceğini şekillendirebilecek potansiyel dönüm noktaları veya öngörüleriniz nelerdir?
Türkiye’nin, enerjisini gereksiz yere harcayan gerilimlerden kurtulup geleceğe yönelmesi, iyimserlikte ve kötümserlikte aşırılıklardan kaçınması ve hem içte hem dışta dünyaya var olandan daha iyi alternatifler sunması gerekmektedir. Kendi içimizdeki kültürel farklılaşmalara dayanan ve kimseye fayda sağlamayan kavgalardan, farklılıklarımızla kendimize ve başkalarına hayırlar üretebilecek bir zihniyet değişimine ihtiyacımız var. Bu, öncelikli bir vazife olarak karşımızda duruyor.