27 Mayıs Olmasaydı!
Dönüm Noktası denince aklıma hemen 27 Mayıs’ın gelmesinin travmatik sebepleri var. Bu nasipsiz debelenme ile aşağı yukarı aynı yaştayız. Ömrümüz, “27 Mayıs çocukları” yla kavga etmekle geçti. Kimi hasta, kimi tabip; kimi hırsız, kimi polisti… Kimi asker, kimi terörist, kimi bilgin, kimi deliydi. Ortak noktaları “27 Mayıs Askerî Darbesi”ydi.
Ne olmuş, nasıl olmuşsa gençlik, kanlı-kızıl bir illetle zehirlenmişti. O günden beri Türk demokrasisi ağır bir hastalığa yakalanmıştı.
Olayın Soğuk Savaş dönemine denk gelmesi, belki de niyet ile akıbeti farklı yönlere taşımıştı. Ama bu kanlı virüs, Allah’ın lütfu ve milletin basiretiyle bağışıklık sistemine de baskı yapmıştı. Şerden elbette hayır doğmuştu. Ancak bu iç kavga, millete pahalıya mal olmuştu.
Hikâye uzun, mevzu derin, o yüzden iddianın sübutu için hemen filmin sonuna bakmak lazım:
a) 27 Mayıs olmasaydı; halkın peş peşe üç kez (1950, 1954, 1957) yetki verdiği seçilmiş bir Başbakan, bütün kadrosuyla birlikte kodese tıkılıp, zulmün süngüsüyle itilip kakılmayacaktı.
1946’da “Yeter Söz Milletindir” ruhuyla yola çıkan demokrasi fedaileri, milletin canını emanet ettiği askeri tarafından zelil bir şafağın alacakaranlığında asılmayacaktı.
b) 27 Mayıs olmasaydı; binlerce yıldır, kutsal emirlere itaat eden, yat deyince yatan, sürün deyince sürünen Türk milleti, aklıyla vicdanı arasında sıkışıp kalmayacaktı.
Dolayısıyla, 27 Mayıs olmasaydı; “46 ruhu” denilen o derin manalar ifade eden “parola” da olmayacaktı.
Öyleyse bu ruhu kuşanarak yola çıkan ve iktidarda 22. yılını dolduran bir AK Parti de olmayacaktı.
c) 27 Mayıs olmasaydı; cuntaya şahsi sorumluluk alarak kerhen katılan Alparslan Türkeş, 13 Kasım 1960’ta kapısı kırılarak Hindistan’a sürülmeyecek, ülke Menderes’ten tank zoruyla alınıp İsmet Paşa CHP’sine teslim edilmeyecekti.
Böylece Alparslan Türkeş Hindistan’dan döner dönmez CKMP’den siyasete girmeyecekti.
Dolayısıyla Ülkücü Hareket ve MHP de olmayacaktı.
MHP ve Ülkücüler olmayınca MHP’den ayrılan Ülkücülerin 1993’te kurduğu BBP de olmayacaktı.
Demek ki 2018’de “Cumhur İttifakı” kurulmayacaktı.
d) 27 Mayıs olmasaydı; Nazi Almanyası’nı Yahudi Sosyal Demokrasisi’ne dönüştüren 1949 Alman Anayasası’ndan mülhem “Solcu” 61 Anayasası olmayacak,
Yön ve Devrim Dergileri, başında MBK’nin Kurmay Albayları bulunan Halkevleriyle birlikte gençleri sola doğru kaydırmayacak,
TÖS’ler TİP’ler kurulmayacak, 9 Mart Cuntası, Doğan Avcıoğlu derken Deniz Gezmişler sokağa çıkmayacaktı.
Böylece CHP de 1969 Kongresi’nde “Ortanın Solu” na kaymayacaktı.
e) 27 Mayıs olmasa; 9 Martçı zinde kuvvetler banka soymayacak, FKÖ’den silahlı eğitim almayacak, “Baas”çılarla temas kurmayacak, çoğunluğu baskılamak için etnik azınlıkların üzerine oynamayacak, Hukuk, Siyasal İletişim, Eğitim Fakülteleri ve ODTÜ kurtarılmış bölge olmayacak; DDKO, TİKKO, THKO, DEV-GENÇ, Dev-Yol, Dev- Sol, Ala Rızgari, KAWA, KUK… kurulmayacaktı. Bunlar olmayınca PKK da olmayacak, dolayısıyla DEM diye bir parti de kurulmayacaktı.
– Dolayısıyla, Ekrem İmamoğlu, 2019’da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmayacaktı.
Askerî darbe geleneğini eksik bir kadroyla (Albaylarla) başlatan 27 Mayıs olmasa, Orgeneraller seviyesinde icra edilen 12 Mart Muhtırası da olmayacak, 12 Mart olmasa 70’lerdeki anarşi o seviyede tırmanmayacak, dolayısıyla paşaların 12 Eylül azgınlığı ve 28 Şubat’taki paşa şımarıklığı da yaşanmayacaktı.
f) 27 Mayıs olmasa; “seçilmiş muhafazakârlar”ın rahat siyaset yapabildiği bir Türkiye’de takiyyeci bir kol, ajan tipi bir örgütlenmeye ihtiyaç duymayacak, duysa bile mühendislik eğitimi almış aklı baliğ insanları asker edebilecek bir siyasi zemin bulmayacaktı…
Dolayısıyla miladın 2 bininci yılında mazlum yedi uyuyanlara ağlayan kıtmirler, yeni Roma’ya gidip, zalim Diocletianus’un kucağına oturmayacaktı.
– Kısacası, 27 Mayıs olmasa FETÖ de olmayacaktı.
Öyleyse, 27 Mayıs darbesi, Türkiye’nin bugünkü siyasi tablosunun oluşmasındaki en önemli dönüm noktasıdır.
Çarpan Etkisi!
Hikâyeyi herkes biliyor! Her şey II. Abdülhamid’in otoritesi altında başladı.
1908 Selanik Ayaklanması, 1909 İstanbul Baskını, 1913 Bab-ı Ali Darbesi… Harb-i Umumi, Mütareke, İstiklal Harbi derken… Şimdi biraz da inkılabın kalitesini konuşmamız gerekiyor.
İnkılabın teorisine bir itirazınız yoksa kalitesine bakarsınız. Kalite de uygunsa, olanı biteni normal bir demokratik süreci tahkik eden Yargıtay Başsavcısı edasıyla tenkit edemezsiniz. Çünkü inkılabın kendisi bizatihi bir “siyasi anomali” dir.
İhtilal, yani devrim, siyasi normallerin bittiği yerde başlayan bir ayaklanma hareketidir. Başarıya ulaşırsa inkılap olur ilerler, ulaşamazsa isyan olarak kalır.
Dolayısıyla yeniden inşa süreci uzun olan inkılap hareketlerinde kuvvetli bir devrimci tedrisata da ihtiyaç vardır.
Şeriatı iptal eden ve hilafeti kaldırarak Diyanet’i Başbakana bağlayan Türk İnkılabı’nda bu tedrisat, güçlü “tarihsel birikim” tarafından baskılanmıştır. Dolayısıyla toplum; Ehl-i Sünnet birikimine ve geleneksel tedrisata bağlı kalan aileler ve inkılapçı resmî tedrisata teslim olan aileler olmak üzere ikiye bölünmüştür.
Çoğunluğun Başbakanını idam eden 27 Mayıs, bu bölünmede “çarpan etkisi” yapmıştır.
Her inkılabın “Bolşevikleri” kadar “Menşevikleri” de vardır. İnkılap, kalitesi (niteliği) makul bir seviyeyi bulmadığı hâllerde, bölünme ve çatışma sebebidir. Millet için yola çıkanların, gerçekten milliyetçi olanların bu tehlikeye azami seviyede dikkat etmesi gerekir.
Rus Devrimi’ndeki dikkatsizliğin nedeni, ihtilali Yahudilerin yapmış olmasıdır.
İnkılap sebebiyle bölünmüş, iç savaşa tutuşmuş milletler vardır. (Geçmişte Ruslar, İspanyollar, Almanlar, Vietnam, Yemen, günümüzde Çinliler, Koreliler gibi.)
İnkılap, etki derecesine göre sadece milletleri değil, Soğuk Savaş döneminde kıtaları ve dünyayı da ikiye bölmüştür.
Öyleyse inkılap, demokrasi laboratuvarında analiz edilebilerek puanlanacak bir siyasi ürün değildir. İnkılaba verilecek not konusunda önemli olan kriter, inkılabın kalitesidir; yani millete saadet getirme keyfiyetidir.
Eğer sınıf inkılabıysa “proletarya”yı, millî bir inkılapsa “millet”i mutlu etme kapasitesidir.
50 yıl mı? 100 yıl mı? 3 nesil mi, 5 nesil mi? Bu dönüşüm süresi mümkün olduğu kadar kısa tutulmalıdır. Aksi hâlde millî bölünme kaçınılmazdır.
Bugün Türkiye’de yaşanan ne yazık ki budur. Türk inkılabının pratiği, zaman zaman ölümlere yol açan darbelere, anarşiye, teröre ve kardeş kanı akıtan iç çatışmalara neden olmuş; millî birliği ve saadeti temine muvaffak olamamıştır.
Bölünmeye çarpan etkisi yapan “27 Mayıs 1960 Darbesi”, bu kırılmanın dönüm noktasıdır.
Son 64 yıldır Türkiye siyasetinde yaşanan bütün olaylar, 27 Mayıs 1960 askerî darbesinin sonuçlarıdır.
İnkılabın kalitesi tartışma konusuyken, darbe de kaliteden yoksun bir cunta hareketi olunca film tamamen kopmuştur.
İnkılabın kalitesinden kastımız, “ihtilalin kitlesel taban genişliği”dir. Türk inkılabı, böyle bir genişlikten yoksundur.
Fransız İhtilali, Fransa halkının yaklaşık olarak %90’ını oluşturan sınıfların desteğiyle yapılmıştı. İhtilalin karşısında sosyolojik olarak 3 puan papaz, 5 puan soylu vardı.
Toplumun %90’ının desteklediği bir inkılap, en azından aritmetik yönden yeterince kalitelidir.
Sovyet Devrimi’nde de “Bolşevik” çoğunluk demek olduğuna göre devrimin teoriye uygunluğunda, aritmetik açıdan bir sorun yoktur.
Ancak Türk inkılabında yüzyıllardır siyasi iradesini “Sultan”a, ideolojik enerjisini Halife’nin en yaygın memurları olan köy ve mahalle imamlarına emanet etmiş %90’ı inkılaba ikna etmek, İstiklal Harbi’ne sevk etmek kadar kolay olmamıştır.