İslam’da Ahlak-Adalet İlişkisinin Psikososyal İz Düşümleri
İnsanın sosyal bir varlık olması, onun kendi dışındaki canlı- cansız varlıklarla; olay, olgu, durum, süreç ve nesnelerle kurduğu ilişkilerde birtakım temel esasları gözetmesini zorunlu kılmaktadır. Zira insan, kendisi dışındaki dünyanın gerçekliklerini tanıma, anlama ve aktarma özgürlüğüne sahip yegâne varlık olduğu kadar aynı zamanda söz konusu dünyanın imkânlarını kullanma konusunda da sorumlu bir varlıktır. Bu sorumluluk, insanın eylemlerini bir taraftan özgürleştirirken diğer taraftan da doğası gereği birtakım yaptırımlarla kısıtlar. Başka bir ifadeyle insan, özgürlüğünü sınırsız isteklerinin yönlendirdiği şekilde herhangi bir kayıt tanımaksızın kullanamaz. Bu nedenle o, iyi-kötü, güzel-çirkin, yararlı-zararlı gibi nitelemelere konu olan davranışlarının karşılığını ödül ya da ceza olarak görmek durumunda kalır. Bu noktada genel olarak ahlak kuralları devreye girer.
Esasen ahlak; niyetlerimiz, eylemlerimiz ve eylemlerimizin sonuçları bağlamında ortaya çıkan ancak asla bunlardan birine ya da diğerlerine indirgenemeyen kapsamlı bir içeriğe sahiptir (Tatar, 2006: 206). Söz gelimi bir müzik parçasını icra etme niyeti, bu niyeti yönlendiren ilkeler, icra eylemi ve icranın sonuçları görünür olmasına rağmen, hâlâ müzik eserinin kendini yeterince ifşa etmediğini fark edebilir; nitelikli müzik icralarıyla kötü müzik icralarını tecrübelerimizden hareketle ayırt edebiliriz. Benzer şekilde, ahlaki tecrübelerimize göre nitelikli ahlaki icraları niteliksiz olanlardan rahatlıkla ayırabiliriz (Tatar, 2006: 207). Dolayısıyla ahlakın, ahlaki tecrübeden bağımsız olarak salt bilgi boyutunda kavranması ve değerlendirilmesi mümkün olmadığı için ahlaki söylemlerimizin, ahlaki kişiliğimizi görünür kılan eylemlerimizle tamamlanması gerekir. Ancak ahlaki kişiliğimiz üzerinde birbirinden farklı nitelikte pek çok faktörün etkisi bulunur. Bu faktörler, hayat boyu etkisini devam ettireceği için bireyin ahlaki bir kişilik geliştirip benlik saygısını ve bütünlüğünü koruması ancak bu yöndeki çabalarının sürekli desteklenmesiyle mümkündür.
Bireysel ve toplumsal hayattaki ahlaki denge ise adalet ilkesi ile sağlanabilir. Adalet ilkesi insana bireysel ve toplumsal sorumluluklarını hatırlatır; onu dışsal ve içsel etkileriyle sürekli denetleyerek dengede tutmaya çalışır. Adaletin dışsal etkisi ile bireyi aşan her türlü etkiyi kastediyoruz. Bu etki, örf, âdet ve gelenekler vb. manevi yaptırımlarla işleyebileceği gibi hukuk kuralları şeklinde maddi yaptırımlar ya da yazılı normlar olarak da kendisini gösterebilir. Bireyin davranışları üzerindeki söz konusu dışsal faktörlerin etkisi, bağlayıcılığı ve yaptırım gücü; kişiden kişiye ve kültürlere göre değişken içeriklere sahip olabilir. Söz gelimi, geleneksel toplum tipinde bireyin yakın ve uzak sosyal çevresindeki kişi ve otoritelerin etkisi daha belirgin iken, modern topluma geçişle birlikte bu etkinin giderek zayıfladığı ve günümüz toplumlarında yerini yeni etki mekanizmalarına bıraktığı bilinmektedir. Bununla birlikte birey, içine doğduğu kültürün ürettiği yerel ve evrensel kodların yönlendirmesi ile hayatını sürdürür ve kendisine aktarılan bilginin, davranış kalıplarının ve sunulan modellerin gerçekliğine duyduğu bağlılık oranında o kültürün bütünleşik bir parçası hâline gelir. Bu özelliğiyle örf, âdet ve geleneklerin şekillendirdiği kültürel içeriğin bireyin hayat boyu davranışları üzerindeki baskın etkisini fark etmek gerekir.
Bireyin toplumsal gerçeklikle kurduğu ilişkileri düzenleyen kurallar arasında hukuk kurallarının da ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bilindiği gibi hukuk kuralları da insanlar arası ilişkileri adalet ilkesi çerçevesinde düzenler. Adaletin netliğine ilişkin tanımlar geniş bir çeşitlilik gösterse de adalet; hemen her tanımda öne çıkan temel birtakım özelliklere sahiptir. En genel tanımıyla insan yaşamını düzenleyen temel ilke ve değerlerden biridir diyebiliriz. Sosyal bilim sözlüğünde adalet, “Haklı ile haksızın ayırt edilerek herkese hak ettiği ödül ya da cezanın verilmesi, her şeyin olması gerektiği yerde bulunması, eylemlerin ahlaka, akla ve gerçeğe uygun olması…” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımda, adaletin özellikle hak, ödül, ceza, ahlak, akıl ve gerçeklik boyutlarının vurgulandığı görülmektedir. Hukuk ve uluslararası ilişkiler alanındaki yaygın adalet tanımı ise şöyledir: “Herkesin hakkını tanıma, karşıt çıkarlar arasında yasaya uygun olarak eşitlik ya da denge gözetme ve yurttaşlara ilişkin olarak bir ödül ve ceza sistemi uygulama…” (bkz. Türkçe Bilim Terimleri Sözlüğü, 2011: 13). Bu tanımda ise, özellikle karşılıklı çıkar, eşitlik, ödül ve ceza kavramlarının öne çıktığı anlaşılmaktadır. Esasen adaletin; dinî, felsefi, siyasal ve sosyal açıdan da tanımlanması mümkündür. Bunlar arasında incelediğimiz alanı yakından ilgilendirmesi bakımından adaletin dinî -özelde İslam’daki- tanımına göz atmamız gerekir. Ancak daha önce toplumsal bir gerçeklik ve ihtiyaç alanı olarak adalet olgusuna, farklı yaklaşımlarca kısaca değinmekte yarar vardır.
Günümüz hukuk sosyolojisi açısından adalet paradigmalarının, genellikle cezalandırıcı ve onarıcı adalet olmak üzere iki farklı yaklaşım etrafında şekillendiği görülmektedir. Cezalandırıcı adalet paradigması, suçun iradi bir eylem olduğunu, dolayısıyla failin mutlaka cezalandırılması gerektiğini savunur. Bu yaklaşımın temelinde failin cezalandırılarak caydırılması düşüncesi yatar. Faili suç işlemekten vazgeçirmenin yolu, suç eyleminin cezai yaptırımının güçlü olmasından geçer. Onarıcı adalet paradigması ise, suçu fail başta olmak üzere sürecin tüm paydaşları açısından bir yıkım ve zarar olarak değerlendirir. Bu yaklaşımın temelinde, cezalandırmadan ziyade onarma düşüncesi yatar. Dolayısıyla esas olan, suçun doğurduğu yaraların sarılması ve taraflar arasında gerçek bir barışın sağlanmasıdır. Bu yönüyle onarıcı adalet paradigması, ceza adaletinde hâkim olan cezalandırıcı adalet paradigmasından farklı yeni bir paradigmaya işaret etmektedir (bkz. Uludağ, 2011: 127-145). Adalet değeri, insanın diğer insanlarla ilişkilerinde olduğu kadar din ile kurduğu ilişkide de önemli bir yere ve işleve sahiptir. Dolayısıyla bireyin bu değere yaklaşımı genelde din ve özelde Tanrı anlayışından bağımsız anlaşılamaz. Cezalandırıcı ve onarıcı adalet paradigmaları açısından bu ilişkinin niteliğinin sorgulanması gerekir. Zira cezalandırıcı adalet paradigmasını savunanlar suçun maddi yaptırımı üzerinde dururken, onarıcı adalet paradigmasını savunanlar suçun ortaya çıkardığı manevi zararın sürekliliğinden hareketle manevi yaptırımların işler kılınmasının önemine vurgu yapmaktadır. Acaba İslam, farklı adalet paradigmaları arasındaki bu ilişkiye nasıl yaklaşmaktadır?
Her şeyden önce İslam, hukuk kuralları üzerine kurulan bir toplum düzeninin ahlak temelli bir yapıya sahip olmasını ister. Bilindiği gibi toplumsal hayat sadece hukuk kuralları ile yürümez. Zira hukuk, karşılıklılık ilkesi çerçevesinde işleyen bir adalet mekanizmasını etkin kılmaya çalışır. Bu nedenle ahlak devre dışı kaldığı zaman hukuk devreye girer ve yasal müeyyideler yoluyla adaleti sağlamaya çalışır. Ancak günümüz toplumlarında adaletin hukuk yoluyla sağlanmasında ciddi zorluklarla karşılaşıldığı görülmektedir. Çünkü sadece hukuk kurallarının cezalandırıcı etkisi ile sağlanmaya çalışılan adalet, suç eyleminin fail ve mağdur başta olmak üzere sürecin tüm paydaşları açısından ortaya çıkardığı bireysel ve toplumsal kayıpların, mağduriyetlerin ve hasarların tazmini konusunda yeterli değildir. İşte bu noktada bozulan adaletin yeniden tesisi, yani çeşitli yollarla onarılması gerekmektedir.
İslam’ın cezalandırıcı ve onarıcı paradigmalar çerçevesinde adalet olgusuna yaklaşımını tespit etmek için Müslümanların kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim ve onun nasıl anlaşılması gerektiğine ilişkin ilk örnekliğini yaşantısıyla pratize ederek ortaya koyan Hz. Muhammed’in sözlerine, yani hadislere bakmak gerekir. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde adalet, genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvaya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi anlamlarda kullanılmıştır. Örneğin, İnfitar Sûresi’nin yedinci ve sekizinci ayetlerinde insanın fizyolojik ve fizyonomik yapısındaki uyum, ahenk ve estetik görünüm, adalet kavramıyla ifade edilmektedir. Başka ayetlerde de insanın “denge” ve “uyum” sahibi olma özelliği, adalet olgusunun kapsamına giren “Ahsen-i takvim” ve “Tesviye” kavramlarıyla dile getirilmiştir. Şûra Sûresi’nin on beşinci ayetinde, Hz. Muhammed’in, “adalet” olgusunu kendi şahsında gerçekleştirerek “adil” bir insan olarak nitelenebilmesi; peygamberlik görevini yerine getirmesi, bu konuda insanların keyfi istek ve arzularını hesaba katmaksızın ilahi emirlerin gösterdiği şekilde doğru olması ve Allah’ın daha önceki kitaplarda bildirdiği gerçeklere inanması şartına bağlanmıştır. Burada adalet, başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeyen ruhsal denge ve ahlaki olgunluğa işaret etmektedir (Çağrıcı, 1988: 341).
Kur’an-ı Kerim’de adalet, Allah’ın kendisi ile ilişkili olarak kullandığı nitelemeler arasında yer alır. Adalet, Allah’ın güzel isimlerinden biridir (el- ‘Adl). Kur’an’da Allah, adaletin zıddı olan zulüm ve haksızlıktan tenzih edilmiş ve bu durum, İslam düşüncesinde ilahi adalet anlayışını ortaya çıkarmıştır. “Buna göre, Allah’ın yaptığı her iş yerli yerinde ve en uygun şekilde gerçekleşmektedir. Onun yarattığı evren mükemmel bilgi ve iradesinin gereği olarak kusursuz ve eşsiz bir düzene sahiptir.” (Korkut, 2013: 30). Kur’an-ı Kerim’de adalet, insan hayatı açısından da temel erdemlerin başında gelir. Allah, irade sahibi özgür varlık olarak insanın yaptığı her türlü iyiliğin ödüllendirileceğini, buna karşın her türlü kötülüğün ise cezalandırılacağını belirtmektedir. Örneğin Zilzal Sûresi’nin yedinci ve sekizinci ayetlerinde “Sonunda, zerre kadar iyilik yapan kimse karşılığını görecek; zerre kadar kötülük işleyen de karşılığını görecektir.” (Zilzal, 99/7-8) denilmektedir. Kur’an-ı Kerim’e göre adaletin ölçüsü hakkaniyet olduğu için adalet, hakka uymakla sağlanır. Hak, objektif bir kavram ve sabit bir kanun ilkesidir. Bir hak konusunda hüküm verilirken, hakkın kendi lehine hükmedilmesi hâlinde bundan memnun olan fakat aleyhine hükmedilmesi durumunda bu hükmü tanımayan insanlar için “İşte bunlar zalimlerdir…” (Nur, 24/48-51) denilmiştir. Adalet, verilen ile hak edilen arasındaki dengeyi ifade eder. Bundan dolayı adalete ve adalet sistemine mizan da denilir. (Bkz. Hadîd, 57/25).
Her ne kadar bu denge bazı durumlarda eşitlikle gerçekleşirse de mutlak anlamda adalet, eşitlik değildir. “Eşitlik” kavramı da tıpkı adalet gibi tartışmaya açık bir kavramdır. “Eşitlik”, eşit olanların sadece eşit oldukları konularda benzer işlemlere tabi tutulmalarının zorunluluğunu ifade etmektedir. Herkesin her konuda ve aynı şekilde muameleye maruz kaldığı durum(lar)da ise adaletten bahsetmek mümkün olmayacaktır. Zira insanları birbirinden ayıran öyle hususlar vardır ki, bunlar kaçınılmaz olarak farklı davranılmayı gerektirir. Bazı durumlarda küçük gibi görülen bir iş, değer açısından büyük bir işe eşit olabilir. Örneğin, bir yöneticinin yönetimindeki kişileri yeteneğine göre sevk ve idare etmesi kimilerine göre basit bir iştir. Gerçekte ise bu, onun idaresinde ve ağır şartlar altında çalışan kimselerin yaptıkları işlerin bütününe denk bir işlemi gerektirebilir. Bu örnekten yola çıkarak söylemek gerekirse, yerine göre denklik ve eşitlik anlamına gelen adalet, psikolojik açıdan doğruluğun, insan zihninde yerleşmiş olma durumudur. Adalet, doğal bir ahlak kanunudur. Allah, insanın ontolojik yapısına adalet duygusunu, ahlaki bir ilke olarak yerleştirmiştir. Özetle ifade edecek olursak, Kur’an, müminlerden iyilik ve adaletle davranmalarını istemiş (Mumtehine, 60/8; Nisa, 4/58) ve tarafgirliği, her türlü ayrımcılığı yasaklamıştır (Maide,5/8). Esasen İslamiyet, insana, her türlü eyleminin adalete uygun olmasını emrettiği için (Nahl, 16/90) adaletin uygulama alanı oldukça geniştir. Bu bağlamda; konuşmada (En’am, 6/152), şahitlikte (Talâk, 65/2), alış-verişte (En’am, 6/152; İsrâ, 17/35), hukukta (Nisâ, 4/58), barışta (Hucurât, 49/9) ve Allah’ı birlemede (En’am, 6/1) adaleti gözetmek gerekir. Görüldüğü gibi İslamiyet’te adalet, Allah’la iletişimin yanı sıra toplumsal yapının başat kurumu, bileşeni ve çekirdeği olan aile içi ilişkilerden tutun da insanlar arası ilişkilerin her boyutuna, devlet yönetimine varıncaya kadar merkezî bir konum, değer ve öneme sahiptir.
İslam’ın adalet olgusuna yaklaşımının, Tanrı tasavvuruyla sıkı bir ilişki içinde olduğu söylenebilir. İslam’da Allah’ın hem iyilik, merhamet, şefkat, af ve ihsan sahibi hem de adalet sahibi bir varlık olduğu belirtilir. O’nun kendisi için kullandığı bu nitelemeler, esasında insanın sadece Allah’la kurduğu ilişkide değil, diğer insanlar başta olmak üzere kendisi dışındaki tüm varlıklarla kurduğu ilişkide de kendini gösterir. Bu nedenle toplumsal hayatta herkese insanca yaşama imkânı sağlayan sosyal adaletin, eşitlik üzerine değil, denge üzerine kurulması gerekir. İslam’ın adalet olgusuna yaklaşımını hukuk sosyolojisindeki farklı adalet paradigmaları açısından değerlendirdiğimizde, özellikle, adaletin; sadece suçlunun hukuki yollarla cezalandırılması ile sağlanmasının önerilmediği, aksine cezanın telafi ediciliğinin, yani bireysel ve toplumsal rehabilitasyon işlevinin çok daha önemli olduğu belirtilmelidir. Başka bir ifadeyle İslam açısından cezanın onarıcı olması ve mağduriyet yaratan unsurların ortadan kaldırılarak bireyin topluma kazandırılması gerekir. Bu noktada mağduriyet yaratan kişi olarak suçluya olduğu kadar mağdur olana da sorumluluklar düşmektedir. Her iki taraf açısından da öncelikle yapılması gereken, “affedici” olmaktır. Bu bakımdan Bakara Sûresi’nin 286. ayeti oldukça anlamlıdır: “Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize!…”. Bu ayette af dileyen insan; affedici olan ise Allah’tır. Esasen burada insana Allah karşısındaki acziyeti ve hata yapabilme potansiyelinin yanı sıra Allah’ın adaleti ve affediciliği hatırlatılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’deki başka pek çok ayette de insana affedici olması ve güzel davranışlarda bulunması öğütlenmektedir (Maide, 5/13). Örneğin başka bir ayette, “Bu böyledir, kim kendisine yapılan haksızlığa aynı ile karşılık verir de sonra yine kendisine haksızlık yapılırsa, muhakkak ki, Allah ona yardım eder. Allah, şüphesiz çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” (Hac, 22/60) denilerek cezalandırıcı adaletin caydırıcı olmadığı durumlarda adaletin onarıcı boyutunun ne kadar önemli olduğuna ve mağduriyet yaşayan kişinin yardımcısının Allah olduğuna dikkat çekilmektedir. Zira bu durumda, mağdur kişi Allah’ın affedici ve bağışlayıcı yardımının kendisine yol göstereceğini bilmelidir. Elbette mağduriyet yaşayan kişi açısından suçluyu affetmek her zaman ve durumda o kadar da kolay olmayacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki, “Bir kötülüğün cezası yine onun gibi bir kötülüktür; ama kim affeder, bağışlarsa onun mükâfatı Allah’a aittir…” (Şûra, 40/42). “Sen yine de affa sarıl, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (A’râf, 7/199).
Sonuç olarak günümüz adalet paradigmaları ile İslam’ın adalet olgusuna yaklaşımı arasında bir benzerliğin, hatta teorik düzeyde bir ilişkinin kurulabileceği görülmektedir. Söz konusu benzerliğin ve ilişkinin özellikle hukuk ve suç sosyolojisinin yaklaşımları çerçevesinde çeşitli boyutlarıyla tartışılması; bu yolla ulaşılacak sonuçların dinî-toplumsal değerlere duyarlılığı yüksek bir toplum yapısına sahip olan ülkemizde suç eyleminin fail, mağdur ve diğer paydaşlar açısından ortaya çıkardığı zararların rehabilitasyonuna yönelik işlevsel bir perspektifin inşasına katkıda bulunması gerekmektedir. Dolayısıyla, bu çalışmada imkân boyutunda başlatılan tartışmanın ilahiyat ve disiplinler arası bir perspektiften derinleştirilmesine ve boyutlandırılmasına yönelik araştırmalara ihtiyaç vardır. Çünkü adaletin değersel içeriğini yeterince dikkate almayan klasik suç teorilerinin suç eyleminin yarattığı bireysel ve toplumsal mağduriyetlerin onarılmasında yeterince işlevsel olmadığı bilimsel açıdan kanıtlanmıştır.