Sezai Karakoç’un Gözüyle “Yunus Emre”
Sezai Karakoç’un üç büyük üstadım olarak vurguladığı şahsiyetler; İbnü’l Arabî, Mevlânâ ve Yunus Emre’dir. Yunus, Sezai Karakoç’un hayatına ve eserlerine tesir etmiştir. Karakoç ve Yunus Emre, aynı davaya adanmış iki hayattır ve bu dava, hakikate eriş yolunu mesken tutanları şiir nehrinde temizler. Böylelikle has şiirin gönül damlaları, kalemlerden sadırlara yazılır. Hakikate bakış, iki gözün bir olarak gönül gözüne dönüşmesidir. Sezai Karakoç’un Yunus Emre’sinde, biz bu bakışı hissederiz. Karakoç, Yunus’un yüzyıllar önce yaktığı odun kıvılcımlarını günümüze taşıma görevini üstlenir. Gönüllerde Yunus’un meşalesini yakmayı hedefleyen Karakoç, yol dostu olan Yunus Emre’yi müstakil bir eser kaleme alarak günümüze aktarır.
Sezai Karakoç’un biyografi türünde kaleme aldığı üç eserden ilki olma özelliği taşıyan Yunus Emre başlıklı kitap, Yunus yolunun bilincini kazandıran bir deneyim eseri olarak karşımıza çıkar.
Eserin birinci basımı, 1965 yılında Bedir Yayınevi’nden çıkmıştır. İkinci baskısından itibaren günümüzdeki en son baskısı olan 2021 yılındaki yirmi üçüncü baskıya kadar ise Diriliş Yayınları’ndan basılmıştır. Diriliş Yayınları’nın beşinci kitabı olan Yunus Emre eseri, üç ana başlık ve şiirler bölümünden oluşmaktadır. Bu başlıklar: Çevre, Masalların Gerisindeki Gerçek ve Şiir bölümleridir. 103 sayfadan oluşan eserde son olarak Yunus Emre’nin şiirlerinden seçilmiş örnekler yer alır.
Birinci bölüm olan Çevre ile Yunus Emre’nin yaşadığı dönemin yapısı gözler önüne serilir. Beş bölümden oluşan bu kısımda, Selçuklu ruhunu, Anadolu’nun şerha şerha yarılan, damar damar çatlayan sürecinin nasıl iyileştirildiği aktarılmıştır. Diriliş temellerinin atıldığı bu yüzyıl, Yunus’un hayatındaki yaraları ve bu yaraların şifasını bizlere gösterir. Yazar, Haçlı ve Moğol saldırılarının neden olduğu yıkıntıları “Şamdan yeri yakıyordu. Yer alev almıştı. Ama temel yine sapasağlamdı. Yapı yerli yerindeydi.” (s.9) cümleleriyle aktarır. Her yer kül olmuş gibi gözükür fakat Selçukluların attığı temel, yüzyıllar boyunca sağlam kalmıştır.
Karakoç, bu yaraları tarihsel yönünün yanında metafizik boyutuyla da ele alır. Maddeyi mana ile yenerek, hakikat temelinin üstüne inşa edilecek taşlar örülür. Yazar, “… İnsanı hep vecd stratosferinde tutan, eşyadan fışkıran her türlü fizikötesi sesleri yakalamaya çalışan ve Müslümanla ilâhî âlem arasında sürekli mistik bir bağ kurabilen bir metafizik…” (s.13) cümlesiyle bir Anka misali küllerinden doğan Yunus’un ve Anadolu’nun metafizik resmini çizer. Dönemin sosyal yapısı aktarılırken, tarihsel sürecin buhranlarına karşı müjdeleyici olarak nitelendirilen şahsiyetlerin meşaleleri yakılır. Mevlânâ, Hacı Bektâş-ı Velî, Hacı Bayrâm-ı Velî, Yunus ve Serhat akıncıları ile puslu hava netleştirilir. Derde dönüşen buhranlar içselleşerek dava olur. Bir davası olan şahsiyetlerin ise hakikat yolcusu ve ardından yolun kendisi olduğunu görürüz.
Hakikat yolculuğunda ilk durağımız Mevlânâ’dır. Yunus ile Mevlânâ arasındaki ilişkiye değinilerek, şairin şiirlerinden örnekler tahlil edilir. Ardından, ruh ve toplum fatihlerinin sebilini idare eden olarak nitelendirilen Hacı Bektâş-ı Velî gelir. Bu yüzyılda, İslam ferahlığının bir noktadan nasıl bir noktalar bütününe ulaştığı gözler önüne serilir. Hacı Bayrâm-ı Velî ile de Anadolu’nun ruh şöleni başlar. Yazar, bu şahsiyetleri aktarırken hep bir gerçek arayışındadır. Gerçeği, kamçılayıcı düşüncelere karşı tezlerini ortaya koyar ve hakikat ışığını düşüncelerde somutlaştırır.
Bu süreçte Anadolu, yağmur bulutları altındaki karanlıktan bereketli bir sağanakla Büyük Anadolu olur. Karakoç, temeline diriliş kavramını alarak Anadolu’nun yeniden doğuşunu bir düşünce sistemi ile ortaya koyar.
Sezai Karakoç’un kurucu kavramı ve her noktanın nazarı diriliştir. Öze özlem duymak ve öze dönüş için yola çıkmak, diriliş kavramının yansımalarıdır. Şiir; diriliş yelkeninin, idrak rüzgârının muştusuna kendisini bırakmasıdır. Eserlerinin muhabbet halkasını oluşturan bu kavram, Yunus Emre ile nefes olur. Yazar, “Gerçek, Yunus, taptaze ve şah bir horoz sesinden başka bir şey değildir.” (s.11) diyerek hiç kesilmeden günümüze gelen Yunus halkasını niteler.
Tohumlar ekilmiş, filizlenme beklenirken boş durulmamış ve ayrık otları ayıklanarak berrak bir müjdeleyici karşılanmıştır. İslam’ın bülbüllerinden Yunus Emre’nin hayatını anlatan ikinci bölüm, “Masalların Gerisindeki Gerçek” başlığını taşır.
Bu bölümde, Yunus’un hayatının ayrılmaz bir parçası olan menkıbeler, tahlil edilerek aktarılır. Yazar, bu menkıbeleri, nüanslar yangını olarak belirtir. Çünkü gerçekler, sembolizm ve içsel manalar ile birleşen incelikler bir arada yer almaktadır. Yazar, kendisine has olarak, Yunus’a gökten inen iki sofrayı şu şekilde yorumlar: “Biri erme yolunun yemişi; diğeri ise sanat yolunun yemişidir.” (s.34) Okuyuculara özgünlüğüyle farklı bir bakış açısı kazandıran bu yorumlar, yazarın öze bakışıdır.
Karakoç, menkıbelere nasıl bir metotla bakmamız gerektiğinin yolunu da çizer. Molla Kasım’ın, Yunus’un şiirlerini ele aldığı menkıbeye yazar, farklı bir metotla yaklaşır. Molla Kasım’ın aslında Yunus’un otokritik ben’i (s.37), yani kendisi olduğunu belirtmesi, dikkat çekici bir tahlil olarak karşımıza çıkar. Bu yaklaşıma nasıl ulaştığını açıklayarak Yunus’un hayatıyla ilgili ipuçlarını tahlillere serpiştirir.
Eserin amacı, Yunus’un hayatını ortaya koymanın yanında, Yunus’un hayatı ile ilgili doğruları zihinlere kazımaktır. Yunus Emre’yi bâtınî olarak nitelendiren kesimlere karşı Karakoç, “bülbülü eti için kesmek” (s.19) yapısını kullanır. Burada, İslam ozanının davasındaki hakiki sesini ortaya koyar. Yunus Emre’nin hayatını dar kalıplara sığdırmaya çalışan bazı fikirlere karşı okuyucuyu uyarır. Yıkıcı fikirlere, yapıcı hakikatleri zikrederek, temel taşları yerine oturtur. Okurun zihninde amacını hep diri tutar. Bu amaç diriliş nesline, hakikati idrak ettirme çabasıdır.
Okuyucunun yüreğine Yunus tohumu ekilmiştir. Hikmet vadisinin bileti, “Şiir” başlıklı üçüncü bölümle kesilir. Burada, Yunus’un poetikası ve şiirlerinde işlediği temalar üzerinde durulur. Yazar, çağı ve Yunus’un şiirini, işlenen temalar üzerinde iki ayrı hâkim çizgi olarak görür. Çağın, şiire düşen gölgesi ve bu gölge ile savaşan bir şiir mücahidi vardır. Yunus’un, tüm insanlığa doğru olan bu ödevi, birçok tahlilde karşımıza çıkmaktadır.
Yazarın, şiir temalarını inceleyişi, hakikat ipinin düğümlerini anımsatır. İlk düğüm, en canlısı olarak betimlenen “Ölüm” temasıdır. Yaşadığı yüzyılın getirdiği ürperti, yalnızlık ve gurbet Yunus’un şiirlerine toprak olur. Karakoç, bu temaya, Ömer Hayyâm ile Yunus’u karşılaştırarak bakmaktadır. Yazar, Ömer Hayyâm’ın ölüm temasını hiç kavramıyla ele aldığını belirtir. Yunus Emre’de ise, hayatın her mertebesinde bulunan “son olgunluğa doğru ilerleyişe” (s.44) dönüştüğünü aktarır. Yunus’un şiirlerinde kullandığı ölüm ile ilgili yapılar ve ölüm şuuru; Karakoç’un, tahlilleriyle ve üslubuyla birleşince okuyucuyu düşünce deryasına yönlendirir.
İkinci düğüm ise, “Tabiat” temasıdır. Yunus’un şiirlerinde karlı dağ tamlamasının; bazen bir eşkıyaya benzetilen nefsi sembolleştirdiğine bazen de şairin, garip yalnızlığına ağlamasını istediği bulutların meskeni olduğuna şahit oluruz. Tabiat, Yunus’un şiirleriyle iç içedir. Nefis ve ruhun yolculuğu, tabiat unsurlarının serencamına kendini bırakır.
Üçüncü düğüm ise, tüm düğümleri çözen “Allah ve Peygamber Sevgisi” temasıdır. Bu tema, şairin şiirlerinde günümüze değin kopmayan bir ipin ucunu sımsıkı tutmamızı sağlar. Yazar, üç tip şiirin ortak noktasının, Yunus ile çağın insanının arasındaki denge olduğunu belirtir.
Ömrün senin ok gibi yay içinde dopdolu;
Dolmuş oka ne durmak; ha sen anı attın tut. (s.97)
Beyitinde Yunus’un, yaşam ve ölüm arasındaki çizgisinin tahlili, bölümün ana fikrini özetler niteliktedir: “İnsana ok, hedef için gereklidir, yoksa hedef ok için değildir ve ok, hedef değildir.” (s.49). Bu cümleyi şu şekilde yazarsak: “Şaire şiir, çile için gereklidir, yoksa çile şiir için değildir ve şiir, çile değildir.” Şairin amacının, çile+şiir=hakikat denklemi olduğu ortaya çıkarılabilir.
Yazar, okuyucunun düşünce dünyasında, Yunus’un hayatına yeni bir pencere açarken, şiirlerine de yeni bir diriliş soluğu getirmiştir. Son bölüm olan “Şiirler” başlığıyla, Yunus’un yirmi altı şiirine yer verir. Okuyucu bu şiirleri, heybesine doldurduğu bilgilerle, yeni bir bakışla okur. Bu bakış, hakikat perdesini aralayıp insanlığa ayna olan Yunus’un özünü görmektir.
Eser, hacim olarak az gibi gözükse de; bir şairin edebî sanatlarıyla şekillenmiş, bir dava adamının hakikat arayışıyla yola çıkmış ve bir Yunus aşığının gönlüyle içselleştirilmiştir. Sonuç olarak, Sezai Karakoç’un Yunus’u olarak atfedilen Yunus Emre ortaya çıkmıştır. Bir üstadın kaleminden örnek aldığı kurucu şahsiyeti anlayabilmek ise, okuyucunun nasibi olur.