Sessiz Çığlık; Sezai Karakoç
Onu kimse tam olarak anlayabildi mi bilemiyorum fakat yazdıklarıyla, daha uzun yıllar adından çok söz ettireceğe benziyor. Peygamber Efendimizin, “Öldükten sonra da yaşamak istiyorsanız hayırlı eserler bırakınız.” hadisi şerifinin sırrı olsa gerek, hakiki münevverler ölümünden sonra kıymete biner.
Merhum Sezai Karakoç, bir dava adamıydı her şeyden önce. Ömrünü adadığı davası, Allah’ın rahmetine matuf güzel bir kul olmak ve millet nazarında hayırla yâd edilecek bir hayat sürmekti. Hayatını sessiz yaşadı. Kalemi ise bir çığlık gibiydi. Sözleriyle çığır açıyor, duruşuyla sıra dışı bir şahsiyet olduğunu belli ediyordu. Hep meşru daire içerisinde yaşadı. Nefsiyle mücadelesini en kutsal görev olarak addediyordu. Siyaseti, mücadelesi, yazdıkları, söyledikleri ve yaptıkları hem uhrevi bir meşruiyete hem de kamusal bir meşruiyete sahipti. Farklı olmak illa ki marazi tepkiler göstermek değildi onun hayatında. Çünkü örnek aldığı öncüleri gibi halk içinde halktan biri gibi fakat Hakk ile beraber desturuna iman etmişti. Eleştiriyordu fakat yıkıcı değildi. Cemiyeti uyandırmak gayesi taşıyordu fakat politik veya anarşist bir dile sahip değildi. İlimle ve irfanla mesafe almayı tercih etti hep. İnananların azlığı veya çokluğuyla hiç ilgilenmedi.
Edebiyatçıydı. Hem de tarihimize geçecek kalibrede bir edebiyatçıydı. Şiire tutkundu. Yaşamadığını yazmıyordu. Şiirin büyüsüne kapılan şairlerden değildi. Gayesiz tek bir satır, duygusuz tek bir kelime bulamazsınız onun şiirlerinde. Belki de nefsiyle mücadeleyi hayatının en büyük gayesi olarak gördüğü için şiiri bir anlatım aracı olarak görmüştü. Kendinden önceki büyüklerin usul ve erkânına tabiydi. Mesela o da Yunus gibi nefsinin sesini, ruhunun rengiyle boyamayı başarmış ender şahsiyetlerdendir. Herkesin aşk şiiri olarak gördüğü “Mona Roza”, esasında seyr u sülûkun terennümünden başka bir şey değildi.
Ömrünü, milletin ve fertlerin dirilişine adamıştı. Tarih ve medeniyetine sevdalıydı. Geçmiş okuması geçmişte kalmıyor, geleceğe ışık tutan umdelere dönüşüyordu. Dindardı lakin kindar değildi. Milletçiydi lakin milliyetsiz değildi. İslam’ın cihanşümullüğüne inanır, dinde milliyet ayrımı gözetilmediğini bilir fakat İslam medeniyet tarihinde Türk milletine özel bir parantez açar ve hakkı teslim ederdi. Türk milletinin İslam medeniyetine katkılarını her fırsatta dile getirir, örnek alınması gerektiğini ifade ederdi.
Meşru bir zemin olarak partili siyaseti o da denedi. Kurucusu olduğu Diriliş Partisi, ona söz söyleyeceği meşru bir kürsüydü sadece. Ne kayıp ne de kazanç hesabı yapıyordu. Vazifeyi icraydı onun yaptığı. Alışılmış siyasetçi formatını hiçbir zaman kabul etmedi. Söz ve eylemlerinde her zaman dik durup doğru yürümeyi tercih etti.
En büyük korkusu, vereceği son nefesteki durumuyla ilgiliydi. Ve son nefesini dualarla verdi. Milleti, ardından hayırla yâd etti. O, amacına ulaşanlardandı. Ne mutlu onun gibi olanlara…
Ruhu şad, mekânı cennet olsun…