Acılar ve Hüzünler Anaforunda Dünden Bugüne Balkanlar
Avrupa’nın en karmaşık ve sancılı toprakları: Balkanlar
Bir Türkçe kelime olan “Balkan”, genel olarak “dağ” anlamına gelir. “Sarp ve ormanlık sıradağ; sık ormanla kaplı dağ; yığın, küme; sazlık, bataklık” gibi anlamları da vardır. Türkler, Meriç’le Tuna arasında uzanan dağlara bu ismi vermişlerdir. Avrupalı coğrafyacılar bundan yola çıkarak bu coğrafyanın tamamına da bu ismi uygun görmüşlerdir. Osmanlılar ise bu devletlerin bulunduğu topraklara genel anlamda “Rumeli” ismini vermişlerdir.
Üç tarafı denizlerle çevrili olan Balkan Yarımadası’nın büyük bölümü sarp dağlarla çevrilidir. Bölgenin en yüksek dağı 2925 metre yüksekliğindeki Rila Dağı’dır. (Bulgaristan). Onu, 2917 metre ile Yunanistan’daki Olimpos Dağı takip eder. Bu dağ silsileleri böylece devam eder. Türkiye’nin Avrupa’daki toprakları (yani Doğu Trakya ve İstanbul), Balkanlar bölümüne düşer. Yani Türkiye, aynı zamanda Balkanlarda toprağı olan bir Balkan devletidir.
Bulgaristan, Yunanistan, Hırvatistan, Sırbistan, Slovenya, Makedonya, Romanya, Bosna-Hersek, Kosova, Arnavutluk ve Türkiye (Trakya kısmı) gibi ülkeler Balkan coğrafyasını teşkil etmektedir. Balkanların güney sınırı Adriyatik Denizi ile başlar, Ege Denizi’yle devam eder, Doğu Trakya’yı kapsar, Marmara Denizi ve Karadeniz’le bütünleşir. Fakat bu yarımadanın kuzey sınırı henüz açıklığa kavuşturulamamıştır, yani ihtilaflıdır.
Balkanların son 200 yılına baktığımızda sürekli sürtüşmelerle ve siyasi istikrarsızlıklarla çalkalanan bir yarımada olduğu görülür. Bu önemli yarımada aynı zamanda Asya ve Avrupa kıtaları arasında bir köprü görevi görmektedir. Yine Müslümanlarla Hristiyanların bir arada yaşadığı bir coğrafya olması, bu mekânın bir başka özelliğidir.
Balkanların Türk ve dünya tarihi açısından önemi büyüktür. Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapısı olan Balkanlar, Türkiye’nin (öncesini de dikkate aldığımızda Osmanlının) tarihî ve kültürel bağlarının sıkı olduğu bir coğrafyadır. Zira Balkan ülkelerinde (Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Romanya, Bosna-Hersek, Arnavutluk) önemli miktarda Türk kökenli nüfus yaşamaktadır. Öte yandan Balkanlar, Türkiye’nin güvenliği için de çok büyük bir önem arz etmektedir. Onun içindir ki Türkiye tarih boyunca Balkanlardaki olumlu-olumsuz bütün gelişmeleri dikkatle izlemiş, uzun vadeli düşünerek çıkarlarına uygun kararlı ve tutarlı bir duruş sergilemiştir. Türkiye’nin Balkan politikası, başta Avrupa devletleri ve ABD olmak üzere küresel güçler tarafından dikkatle takip edilmiş, ona göre karşı hamleler gerçekleştirilmiştir. Bu da Türkiye’nin Balkanlarda anahtar rolü gördüğünü gösterir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1881’de Selanik’te doğmuş olması da bizim için Balkanların manevi önemini artırmaktadır.
Günümüzde huzur ve asayişten mahrum olan Balkanlardaki ülkeler 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’nin şefkat şemsiyesi altında barış ve istikrar içinde yaşamışlardır. Ne zamanki Osmanlı çöküş sürecine girdi, işte o zaman Balkanlarda çözülme başladı. Bunda Batılı devletlerin kışkırtıcı politikaları ve özellikle de Fransız İhtilali etkili olmuştur.
Bu karmaşık coğrafyadan söz edip de Balkanları tek şemsiye altında toplayan Yugoslavya’dan bahsetmemek olmaz. Altı halkın (Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Boşnaklar, Karadağlılar, Makedonlar) bir araya gelmesinden oluşan Yugoslavya, 1991 sonrasında dağılmaya başlamıştır. Bu birleşik devletten bugün Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Kuzey Makedonya, Karadağ, Slovenya ve Kosova devletleri çıkmıştır.
Eski Türk devletlerinden Osmanlıya uzanan süreçte Balkanlar…
Türkler, 5. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Balkanlara girmişlerdir. Hun Hakanı Attila, Balkanların büyük kısmını ele geçirmiş ve İstanbul yakınlarına kadar gelmiştir. 6. asırda ise Avar Türkleri, Balkanların kuzeyini hâkimiyetleri altına almışlardır. Daha sonraki süreçte Oğuzlar, Peçenekler, Kumanlar ve Kıpçaklar Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara gelmiştir. Yani bugün Balkanlardaki Türk izleri Osmanlıdan çok öncelere inmektedir.
Osmanlının Balkanlara (dolayısıyla da Avrupa’ya) ilk girişi, 1353’te “Rumeli Fatihi” Osman oğlu Orhan Gazi’nin büyük oğlu ve I. Murad’ın ağabeyi Veliaht-Şehzade Gazi Süleyman Paşa sayesinde olmuştur. Süleyman Paşa, Gelibolu Yarımadası’na geçerek Avrupa’ya ayak basmıştır. Böylece Balkanların tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Zamanla burada büyük bir Türk-İslam medeniyeti inşa edilmiştir. Bütün düşmanlıklara ve çirkefliklere rağmen bugün Balkanlarda 550 yıl kalan Osmanlının izleri hâlâ yaşa(tıl)maktadır.
Üç kıtaya huzur, asayiş ve istikrar getiren Osmanlı Devleti, asırlar boyunca Balkan Yarımadası’na ve bu yarımadadaki halklara güven, barış ve dostluk duyguları aşılamıştır. 550 yıl gibi uzun bir zaman Balkanlarda varlık ve hâkimiyet mücadelesi veren Osmanlı, bu topraklarda insan hak ve özgürlüklerine azami derecede uymuştur. Osmanlının bu kadim coğrafyadaki o uzun bulunma sürecini “Balkanlarda ilerleyiş ve hâkimiyetin sağlanması dönemi (1354-1683)”, “hâkimiyetin zayıflaması ve gerileyiş dönemi (1683-1821)”, “hâkimiyetin yıkılışı ve Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarından çekilmesi dönemi (1821-1913)” diye üç ana döneme ayırmak mümkündür. 1354 yılında Orhan Bey’in büyük oğlu Süleyman Bey komutasında Gelibolu’dan giriş yapan Osmanlı, zaman içerisinde Edirne (1361), Filibe (1363), Niş (1375), Serez (1383), Ohri (1385), Sofya (1386), Şumnu (1388-1389), Üsküp (1392), Tırnova (1393), Vidin (1396), Niş (1428), Selanik ve Yanya (1430), Zvornik ve Srebrenica (1439), İstanbul (1453), Novo Brod (1455), Atina (1458), Raguza (Dubrovnik) (1458), Bosna (1463), Hersek (1482), Şkodra (1479) gibi çok sayıda önemli Balkan kentini hâkimiyeti altına almıştır. Bu halka, zamanla daha da genişlemiştir. 1683’te gerçekleştirilen II. Viyana Kuşatması başarısızlıkla sonuçlanınca, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgedeki hâkimiyeti zayıflamaya ve gerilemeye başlamıştır.
Osmanlının Balkanlardaki uzun hâkimiyetinin sırrı, bütün kültürlere ve inançlara karşı hoşgörülü davranmasıdır. Buna “millet sistemi” adını veriyorlardı. Bu sistem, Rum (Yunan), Bulgar ve Sırp Ortodoks kiliselerine; iktisadi, dinî, adli ve sosyal yetkiler, haklar ve özgürlükler tanıyordu. Yani farklı kültür ve inanç mensupları kendilerini rahat hissediyorlardı. Fakat bu birlik ve beraberlikten rahatsız olanlar, o milletleri kışkırtıyorlardı. Bu sistem 19. yüzyıla kadar Osmanlının faydasına işlediği hâlde ondan sonraki süreçte milliyetçi duyguların ön plana çık(arıl)masıyla da Osmanlı Devleti’nin aleyhine işlemeye başladı.
Aradan yüz yıl geçse de Balkan Savaşlarının acısı bugün hâlâ dinmemiştir.
Yakın zamanda 100. yıl dönümlerini idrak ettiğimiz Balkan Savaşları nereden bakarsanız bakın, acılarla ve hüzünlerle doludur. Balkanları kaybedişimiz bizi millet olarak yürekten sarsmıştır. Sözün bu noktasında Serdengeçti’nin şu şiirini sizinle paylaşmak isterim: “Bin yıl oldu toprağına basalı / Hayli oldu kılıçları asalı, / Bülbüllerin onun için tasalı, / Sazlar kırık, ayar tutmaz telleri, / Biz neyledik o koskoca elleri?.. // Yol görünür, hakan emir verirdi, / Dalga dalga ordularım yürürdü, / Hamlemizden dağlar taşlar erirdi, / Dolu dizgin aştık nice belleri, / Biz neyledik o koskoca elleri?.. // Ferman çıkar, dal kılıçlar takınır, / Meydanlarda Rabbe dua okunur, / Gölgemizden bütün cihan sakınır, / Andırırdık coşkun akan selleri, / Biz neyledik o koskoca elleri?.. // Kosovalar, Plevneler bizsizdir, / Yosun tutmuş camilerim ıssızdır, / Boynu bükük minareler öksüzdür, / Açmaz olmuş Kızanlığın gülleri, / Biz neyledik o koskoca elleri?.. // Hâli görür, geleceği sezerdik, / Bir zamanlar ta Vistül’de gezerdik. / Haritayı biz kendimiz çizerdik, / Fetheyledik deryaları, çölleri, / Biz neyledik o koskoca elleri?..”
Haritaların değişmesine yol açan Balkan Savaşlarındaki hezimetin birçok sebebi olsa da birinci sebebi Osmanlının her konuda Avrupa’dan ve dünyadan geri kalmasıdır. Osmanlıya bağlı devletlerin (milletlerin), hıncını almak istemesidir. Osmanlıda son dönemde otoriter idarecilerin olmamasıdır. Zira padişahla ordu arasında geçimsizlik vardı. Ordu ikiye bölünmüştü. Öte yandan donanmamız kendini yenileyememişti. 1910-12 yılları arasında korkunç bir istihbarat zaafı vardı. Bu istihbarat zaafı, devleti güçsüz hâle getirmiştir. İttihat ve Terakki yönetimi Balkanlardaki kiliseler arasındaki ihtilafları giderince bunlar Haçlı zihniyeti adı altında Osmanlıya karşı birleştiler. Sultan Reşat döneminde İttihat ve Terakki her şeye hâkimdi. Balkan devletleri, bize saldırmak için fırsat kollamışlardı. Uşi Antlaşması’yla Afrika kıtasındaki Osmanlı hâkimiyeti sona erdi. O sıralarda Balkanlar da kaynıyordu. İttihat ve Terakki hırs canavarı olduğu için mevcut iktidarlarını devam ettirmek adına her şeyi yapıyorlardı.
Balkan Savaşlarında Balkan devletleri, Rusya’nın da tam desteğini almıştır. Avrupa devletleri ise ikiyüzlü davranarak Balkan devletlerini kışkırtmıştır. Düşman, Çatalca hattına kadar dayanmıştı. İstanbul bile tehlike altındaydı. Bu zor zamanlarda yurdun dört bir köşesindeki vatanseverler, kolu kanadı kırılan ordunun imdadına koşmuştur. Bunlardan biri de Trabzon’dan kalkıp Balkanlara giden 87. Alay’dır. Mehmet Ali Ayni, o zamanlar Trabzon Valisi’dir. Onun zamanında Trabzon’da bir gönüllü grup oluşur. Trabzon Mebusu İzzet Bey gönüllülerin ihtiyaçlarını giderir. Gönüllüler, Gülcemal Vapuru’yla cepheye giderler. 500-600 kişiden çoğu geri dönemez. Vatan için koştukları cephede son nefeslerini verip şehit olurlar.
Balkanların ve Avrupa’nın şımarık ülkesi Yunanistan’ın düşmanca politikaları…
Balkan Yarımadası’nda Türkiye’nin en çok sorun yaşadığı ülkeler arasında başta Yunanistan gelmektedir. 1830 yılında bağımsızlığını kazanan Yunanistan, “Megali İdea” adını verdiği yayılmacı politikasıyla Türkiye’nin topraklarında hep gözü olmuştur. Yunanlı politikacı Kolettis, 1844 yılında yaptığı bir konuşmada “Megali İdea”yı ve niyetlerini şöyle aç(ıkla)mıştır: “Yunan Krallığı, Yunanistan değildir. Bugünkü Yunanistan, asıl Yunanistan’ın ancak küçük ve en yoksul bölümünü oluşturuyor. Bir Yunanlı, bu krallık topraklarında yaşayan biri olmaktan çok, Yanya’da, Selanik’te, Serez’de, Edirne’de, Konstantinopolis’te, İzmir’de, Trabzon’da, Girit’te, Sisam’da ve Yunan tarihi ve ırkıyla bağlantısı olan başka herhangi bir yerde yaşayan biridir. Elenizmin başlıca iki merkezi vardır: Yunan Krallığı’nın başkenti Atina ve bütün Yunanlıların rüyası ve umudu olan Konstantinopolis’tir.” (Şükrü Sina Gürel, Tarihsel Boyutları İçinde Türk-Yunan İlişkileri / 1821-1993)
Yunanistan’ın art niyetli tutumu ve Türkiye toprakları üzerine şekillendirdiği geleceğe dönük sinsi planları, Avrupa’nın bu şımarık devletiyle barış umutlarını suya düşürmüştür. Türkiye’nin aleyhine olan, her işi teşvik eden ve destekleyen Yunanistan’ın Kıbrıs politikası da çözümsüzlüğü beraberinde getirmiştir. Buna, Yunanistan’ın, Türkiye’nin burnunun dibindeki adaları anlaşmalara aykırı olarak silahlandırmasını da eklersek bu uyumsuz komşumuzla gerçek dostluk ve barış umutlarının çok uzak baharlara kaldığını söyleyebiliriz.
Yunanistan aslında devlet olarak Türkiye’nin karşısında duracak güce ve potansiyele sahip değildir. Onun gücü, Türkiye’ye karşı iş birlikçileri olan ABD ve Avrupa devletleridir. Yıllardan beri sırtını onlara dayamış, tabir-i caizse onların bir çeşit “emir eri” olmuştur.
Yunanistan’la Türkiye arasında tarihten bugüne birçok anlaşmazlıklar hüküm sürmüştür. Bunlar arasında başta Kıbrıs sorunu olmak üzere; adaların durumu, patrikhane meselesi, nüfus mübadelesi, Batı Trakya’daki Türk soydaşlarımız ve kıta sahanlığı sayılabilir. Bu sorunların birçoğu Lozan Antlaşması’nda çözüme kavuşsa da, Yunanistan’ın düşmanca yaklaşımları bu meselelerin her dönem ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulmasına yol açmıştır.
Gümülcine, 550 sene Osmanlının bir parçası olmuştur.
Balkanlar deyince yürek yaralarımız kanar durur. Çünkü o kadim coğrafyada nice bakiyelerimiz kalmıştır. Bunların başında, istilacı Yunanistan tarafından sürekli kaşınan bir yara hükmündeki Batı Trakya gelmektedir. Meriç Nehri ile Türkiye’den ayrılan Batı Trakya, gönül bağımızın hiçbir zaman kopmadığı bir gönül coğrafyasıdır. Anadolu’muzdan farklı olmayan bu güzel topraklar, 550 sene boyunca Osmanlı idaresinde kalmıştır. Gümülcine ve onun yanı başındaki İskeçe, İstanbul’dan çok daha evvel Türk-İslam yurdu olma şerefine erişmiştir. Türk Çarşısı, 1885 yılında II. Abdülhamid’in fermanıyla inşa edilen Tarihî Saat Kulesi, Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde görev alan bir kumandan olan Gazi Evrenos Bey’in ismini taşıyan ve Osmanlı Türk mimarisinin ilk örneklerinden biri olan Gazi Evrenos Bey İmareti, 1608 yılında inşa edilen ve ilk dönem Osmanlı mimarisine uygun olarak tasarlanan Eski Cami, tipik bir Türk şehri görünümünde olan Gümülcine’deki Türk-İslam eserlerinin başında gelmektedir. Bu eserler, Türkiye’nin gayretleriyle hâlâ yaşatılmaktadır.
Geçtiğimiz yıllarda “Duvarsız Okullar Projesi” kapsamında bir öğretmen kimliğiyle, bugün Yunanistan sınırları içerisinde yer alan Batı Trakya’ya ve Batı Trakya’nın en büyük şehri ve başkenti olan Gümülcine’ye gitmiştim. Buradaki Türk izlerini takip etmiştim.
Türklerin yoğunlukta olduğu Batı Trakya’nın başkenti, kadim şehir Gümülcine’de yedi tane cami vardır. Bu camilerin en önemlileri tarihî Eski Cami ve Yeni Cami’dir. Bu mabetler, Gümülcine’nin merkezinde bulunuyor. Yeni Cami’nin bitişiğindeki Saat Kulesi, II. Abdülhamit zamanında Abdülkadir Kemal Paşa tarafından 1885 yılında yapılmıştır. Yunanlılar, Türklerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerden Gümülcine’ye Komotini, İskece’ye Santi, Dedeağaç’a Aleksandropolis, Sofulu’ya ise Soufli diyorlar. Türk isimlerini asla kullanmıyorlar.
Büyük tarihçimiz Yılmaz Öztuna, “Avrupa Türkiye’sini Kaybımız (Rumeli’nin Elden Çıkışı)” adlı kitabının ön sözünde doğru bir tespitte bulunarak, “Bütün tarihimizin en büyük kaybı, Rumeli’ni elden çıkarmamızdır. Tuna ve Adriyatik’ten Meriç çizgisine çekilmemiz, iki safhada oldu: 1877-78 Rus Savaşı ve 1912-13 Balkan Savaşı. Bu iki savaşı da kaybeden Osmanlı Devleti, Rumeli’ni bıraktı ve imparatorluğun kanatlarından biri koptu.” demektedir.
Şairlerin ve romancıların gözünde ve gönlünde Balkanlar…
Balkanlar, bizim tarihimizde müstesna bir yere ve ehemmiyete sahiptir. Şair ve yazarlarımız, Balkanları değişik açılardan ele almışlardır. Bazen Balkanların kaybedilişinin ve topraklarından göç etmek zorunda kalanların hüznü bazen de milletimizin bu topraklarda 550 yıl ayakta kalışının gururu bu şiirlerde, hikâye ve romanlarda ele alınmıştır. Özellikle Türk tarihinin en acı, en felaketli dönemlerinden biri olan Balkan Savaşlarının kaybedilişinin üzüntüsü, bu edebî türlerde yaygın olarak işlenmiştir. Birbiri ardınca gelen savaşlar, yenilgiler, zulümler, soykırımlar, devletin yıkılışı, göçler, mübadele, gurbet acıları, yoksulluklar ve büyük toprak kayıpları edebiyatla hemhâl olanları derinden etkilemiştir.
Türk edebiyatında Balkanlarla ilgili yazılmış 100’ün üzerinde roman, bir o kadar da hikâye vardır. Romancılar, Balkanlara bigâne kalmamıştır. Bu bağlamda Balkanları konu edinen belli başlı romanlar arasında; “Makedonya Gamzesi” (Üstün İnanç), “Elveda Güzel Vatanım” (Ahmet Ümit), “Elveda Balkanlar” (İsmail Bilgin), “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” (Yaşar Kemal), “Elveda Hüdavendigâr Diyarı” (Reşit Hanadan), “Toprağa Kan Düştü” (Ömer Osman Erendoruk), “Makedonya’dan Esen İmbat” (Zühal İzmirli), “Çıplak Deniz Çıplak Ada” (Yaşar Kemal), “Sarıkamış/Beyaz Hüzün” (İsmail Bilgin), “Mor Kaftanlı Selânik” (Yılmaz Karakoyunlu), “Selânik Alev Alev” (Ali Dilber) vb. sayılabilir.
Türk şiirinin tartışmasız en büyük isimlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı, “Açık Deniz” şiirinde Balkan coğrafyasının kendisine çağrıştırdığı hissiyatı şu mısralarla dile getiriyor: “Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum / Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum / Kalbimde vardı Bayron’u bedbaht eden melâl / Gezdim o yaşta dağları hulyâm içinde lâl / Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını / Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını”…
Anadolu’dan sonra ikinci ana yurdumuz sayılan Rumeli’nin Balkan Savaşlarında kaybedilmesi, şairlerimizi de derinden etkilemiştir. Birçok şairimiz Balkanlara ait duygu ve düşüncelerini şiirlerine konu edinmişlerdir. “Açık Deniz” (Yahya Kemal), “İmparatorluğa Mersiye” (O. Yüksel Serdengeçti), “Hakkın Sesleri” (Mehmet Âkif) şiirleri bu konuda yazılmış iyi örneklerdir. Millet olarak dünün hatalarından ders çıkarmalıyız. Yazıma bu minvalde Mehmet Âkif’in kulaklara küpe olacak şu mısralarıyla son vermek istiyorum:
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! / Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? / ‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; / Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”