“Allah Var Gam Yok” Ömer Lütfi Mete
Ömer Lütfi Mete, lise yıllarındaydı ve her genç gibi onun da hayalleri, umutları, beklentileri olabilirdi hayattan. Ancak o, tüm benlik duygularından arınmış, yaşından ve yaşıtlarının da ötesinde daha ileri bir yaştaki kişilikte, farklı duygu ve düşünceler içerisindeydi. Onun hayallerini Türk dünyası süsler, İslam inancıyla beslerdi; hayatın merkezine bu yüce duyguları koyar ve bu gibi meselelerle ilgilenirdi.
Bir gün parkta dolaşırken arkadaşı Türker, nefes nefese koşarak yanına geldi. “Haydi haydi oturalım anlatacaklarım var.” dedi. Heyecanla söze başladı. Her ikisinin de arkadaşı olan dünyalar güzeli Belkıs’la konuştuğunu, ona evlilik niyetini açtığını, onun da bu teklifi kabul ettiğini söyledi.
Ömer Lütfi, her iki arkadaşı için de bu düşüncenin erken olduğunu düşünerek, Türker’e ne anlattıysa kabul ettiremedi. Türker, “Yok be Ömer’im, kız da bilsin sevdiğimi, lise bitince istemeye göndereceğim anamları. Biliyorsun benim kimlikte yaşım büyük. Üniversite sınavını kazanamazsam, askere çağırılırsam hemen giderim… Bitirir gelir, üniversiteyi de okurum. Belkıs’la da evlenirim, anamlara da Belkıs’la beraber bakarız inşallah…” dedi. Ömer Lütfi, Türker’e birkaç şey söyledi ama Türker, “İnşallah bizim balalarımız olacak, Türk İslam ülküsüyle yetişecek, ata binecek, ok atacak, Türk’e düşman kim varsa yüreklerine korku salacak.” dedi. Ömer Lütfi, sonuna kadar dinledi arkadaşını, baktı ki Türker kararını vermişti, “Tamam be Türker’im.” dedi. Devam etti, “Hadi o hâlde kutsal davamız için spor yapıp güçlenelim.” dedi. İki arkadaş birlikte futbol antrenmanına gittiler. Saatler ilerlemiş, geç olmuştu; artık evlerine gitmek için yolları ayrılmıştı.
Ömer Lütfi, başını yastığa koyduğunda uzun uzun düşünüyordu, Türker ve Belkıs doğru mu yapıyor diye… Sonra her iki arkadaşı için dua etmekten başka elinden bir şey gelmiyordu. Allah var gam yok diye de içinden geçirdi. Arkadaşlarına dua etti, haklarında hayırlısı dedi kendi kendine. Kendi iç dünyasında dolaşmaya başladı, hayallere daldı. Turan’ı düşündü, Türk yurtlarını hayal etti. Gönül coğrafyasında, Tanrı Dağları’nda, Su Samuru Vadisi’nde Aktay’a bindi; Aladağ’daki yaylalardan al bir çadırda kımız içti, Altay Dağları’nın soğuk sularından içti, çam ormanlarından bir nefes çekti içine sanki… Azerbaycan Şuşa’da, Hâr-ı Bülbülle dertleşti… Doğu Türkistan’dan bir mazlumun çığlığını duyar gibi oldu. Üzüntüsünden, çaresizliğinden olacak gözyaşları yastığa döküldü, sessiz sedasız ağladı ağladı… Gözleri yanmaya başlamıştı, kapattı gözlerini, kekik kokulu bir yayla çimeninde uzandığı hayaliyle uykuya daldı.
Günlük telaşlarında da hayalleri, umutları onun yoluna yoldaş olur; Bismillah’ında, namazında ve duasında, Aleykümselam’ında, eyvallahında, Ya Allah’ında hep derinden bir seste ona eşlik ederdi. Sanki Kırgızlarla selamlaşır, Kazaklarla aynı camide namaz kılar, Azerbaycan’da bir mahnı okur, Kerkük’ün hoyratını duyar gibi olurdu. Kısacası gönlündeki coğrafyada her çiçeğe, her kandaşına selam ederdi. Çiçeklerden esen yelden, kandaşlarının selamını alır; hayalini kurduğu güzel dağların suyundan kana kana içer, susuzluğunu giderirdi. Turan’a ait ne varsa zihninde, yüreğinde, hayalindeydi. Doğu Türkistan’a gider, bazı zamanlarda onların acılarını acısı bilir, onları diline dolar, Ahıska sürgünü der, Doğu Türkistan der… Bosna’da zulüm gören Müslümanları unutmaz elbette; onların sesi olur, bu eziyeti anlatırdı herkese…
Ömer’in günleri böyle geçip giderken lise bitmiş, İstanbul’da üniversiteyi kazanmıştı. İktisat Fakültesi’ni bırakıp bir matbaada çalışmaya başlamıştı. Arkadaşı Türker de, Hakkâri’ye vatani görevini yapmaya gitmişti. Aradan uzun zaman geçmiş, Ömer, anasını ve babasını görmeye Fıçıtaşı’na diğer adı ile Aspet köyüne gelmişti. Bir hafta kalacak, anacığıyla babacığıyla hasret giderecek, emmilerini ve dayılarını ziyaret edecekti. Köye geleli üç gün olmuştu. Her zamanki gibi Cuma namazını kılmaya gitti Ömer…
Camide hoca, “Aspet köyünden bir şehidimiz var.” demesiyle anladı, “Türker” dedi hemen… Hoca, “Vatani göreve giden evladımız Türker ve arkadaşlarına pusu kurmuşlar, onunla beraber yedi askerimiz şehit olmuş. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun inşallah.” dedi. Köy halkı buz kesmişti… Ömer, olduğu yere yığılmış, baygınlık geçirmişti. Kendine geldiğinde anacığı başında ona su veriyor, bir şeyler söylüyordu. Ömer kendine geldiğinde Türker’in anne babasını ve nişanlısı Belkıs’ı ziyaret etmiş, rahmet dilemişti. Sonra bir ağaca yaslandı, daha dün gibiydi, Türker’le konuşması geldi aklına… “Demek ki Türker’in içine doğmuş, Türker’in acelesi bundanmış.” diye iç geçirdi… Gözlerinden akan yaşlara hâkim olamadı… “Türker için akan gözyaşları, onun gibi tertemiz, saf ve masum papatyaya oradan da kutsal vatan toprağına düşüyor.” dedi. Ömer, akşam ezanıyla beraber kendini topladı, camiye gidip namazını kıldı ve anacığının yanına geldi. Dertleşti ana oğul; Türker’in dediklerini anlattı anasına. Anası, Ömer Lütfi’ye hak verdi, “Türker’imizin şehit olacağı belki de içine doğmuştur, acelesi de ondan olmuş…” dedi.
Ömer İstanbul’a döndü, işlerine koyuldu; acısıyla tatlısıyla hayat devam ediyordu. Ömer, hiç görmediği, hakkında hemen her şeyi araştırdığı, gönül coğrafyamız dediği yerlerin hayalindeydi hep. Bazen kendi kendine “İnsanın hayatında hiç gitmediği yeri özlemesi nasıl bir duygu? Acaba benim gibi görmediği bir yeri özleyen başka insanlar da var mı?” diye sorardı. İş yerinde çok yorulduğu bir günün sonunda nihayet eve gelmiş, namazını kılmış, uzandığı kanepesinde uykuya dalmıştı.
Hasreti vardı Ömer’in hiç görmediği diyarlara… Ömer, Aktay’ına biner, kâh Altay Dağları’na gider çam kokusundan bir nefes alır, kâh Çolpan Ata’ya varır, Issık Göl’ün soğuk suyunda yüzerdi. Aktay’ına atlar, Narin Dere kenarında etrafı seyrederdi. Bir Kırgız ezgisinde kaybolur, Manas Destanı’nda uyanırdı, bir yayla otağında kımız içer, bal kaymak yerdi… Özgen Minaresi’ne çıkar, etrafın güzelliğini seyre dalardı. Taşkent’e gider, ustasının elinden Özbek Pilavı yerdi; oradan da Talas’a gelir, tereyağlı ekmeğinden tadar ve sıcak yahnisinden içerdi. Sonra yanına fırından yeni çıkmış samsalardan alır, yolluk yapar, yola çıkardı. Kazakistan’a gelir, Sir Derya’dan geçer, Aksu’ya varır, orada soluklanır, Kazak mantısıyla karnını doyurur, yanına Kurut da alırdı. Türkistan Pîr-i Hoca Ahmet Yesevî’yi ziyaret eder, içini dökerdi. Elma diyarı Almata’ya gider, güzel elmalarından yerdi. Aktay’la yolculuğu devam ederken Aktay yorulduğunda dinlenirler, akşamları geldikleri yer nereyse orada misafir olurlar, sabah erkenden yola çıkarlardı. Yola koyuldular, Aktay’la Tanrı Dağları’nın güneyinde Inılçek (Enilchek) denen yerde durdular. Sınırı ayıran bir nehir vardı… Hırçın akan, çamurlu bir suyu vardı bu nehrin. Aktay durdu, Ömer indi baktı karşıya. Ömürbek şöyle demişti: “Oğul bu yolu takip et, bir dere görürsün orası sınır. Çin askerleri var orada, köprüden geçip gidersen yarım saat bir saat sürmez Kaşgarlı Mahmut’un türbesine varırsın.” Ömer, Doğu Türkistan’a, Kaşgarlı Mahmut Türbesi’ne varmak istiyordu. Ancak askerler izin vermedi “Dur!” dediler. Ömer de durdu. Kaşgarlı Ata’ya bu kadar yaklaşmışken yanına varamamak zoruna gitti Ömer’in. Aktay’ın ayağının dibine çömeldi, Aktay ağladı. Ömer çaresizce yalvardı Allah’a… Sonra cebinden bir kâğıt çıkartıp “Bismillahirrahmanirrahim, Allah’ım Kaşgarlı atamıza geldim ama yanına varamadım. Türk yurtlarında sınırlar kalksın, hepimiz bir olalım, iri ve diri olalım. Bize yardım et Allah’ım, aramızdan sınırları kaldır, kandaşlarımızla ayrılığımıza son ver.” yazdığı kâğıdı toprağa çukur açtı ve dualarla sakladı. Doğu Türkistan hiç dinmeyen sızım, Türkistan’ım, Doğu Türkistan’ım… Ömer, yatsı ezanıyla uyandı. Evinde, kanepede uyuyakalmıştı. Elinde, sımsıkı tuttuğu kâğıdı gördü, rüyası geldi aklına. Duasına akşam namazında devam etti. Osman Batur’a, Kaşgarlı Mahmut’a Yusuf Has Hacib’e, Ali Şîr Nevaî’ye tüm atalarımıza, şehit arkadaşı Türker’e de dualar edip ruhlarına bağışladı.
Gerçekten gitse, gidebilse, gönül coğrafyamızda gezse, hiç yabancılık çekmeyeceğini hissediyor, buna da şükürler ediyordu. Ömer, “İnsanın umudunun olması ne güzel… Turan olanda, Türk yurtlarında sınırsızca gezeceğiz, bir olacağız, beraber olacağız… Allah var gam yok.” diye içinden geçirdi. İnşallah bir gün ayrılığımız bitip, birliğimiz olacak; Alper Tunga’nın nasihati gerçek olacak, birbirimizi sarıp sarmalayacağız, dostluğumuz dostlara güç olacak, düşmanın cesaretini kıracak, bir olacağız İnşallah temennisindeydi… Ömer Lütfi, bu duygularla evden işe işten eve gidip gelirken bir gün ak kalemini aldı eline; yüreğinde biriktirdiklerini, hasretlerini, güneşin sıcağında ısıttığı duygularını, düşüncelerini, hepsini ama hepsini bir de Türker’e, Türklere, Turan’a yöneltilen namluları ak kâğıda yazdı.
Tıpkı Aktay gibi, ak kalemi de alıp götürüyordu uzağa, uzak diyarlara, gönül coğrafyasına… Her şeyi anlatmalıydı; bildiği, duyduğu, gördüğü her şeyi. Gönül coğrafyasındaki insanları, ayrılıkların nedenini, aslında birbirine yakın olduklarını anlatmalıydı; dış dünyadaki hasedi, fesadı, terör düzenini, anlatmalıydı. Onların birbirlerini anlamasına, dostunu düşmanını tanımasına, kültürlerini yaşatmasına, tekrar kaynayıp karışmasına yardım etmeliydi… Dünyada Türklere oynanan oyunları, Türk devletlerine çeşitli bahaneler uydurarak askerleriyle girenleri anlatmalıydı. Türk ülkelerinde yapılan faili meçhulleri, çıkartılan iç karışıklıkları, dış güçlerin milleti birbirine kırdırma planlarını, içeride bunları yaptıran gücün çepeçevre kuşatmalarını, Türk ülkelerinin Turan hedefine odaklanmaması için çevrilen dolapları anlatmalıydı… Tüm bunları anlatmalıydı hem de her Türk ülkesinde, her bireye, her bir Türk’e, bir bir, ayrı ayrı anlatmalıydı. Kolay ve anlaşılır, sade bir dille anlatmalıydı. O da bunu yaptı. Yapacağı çok işi vardı Ömer’in. Hayat ise Türker’in hayatı gibi yarım nefes kadar kısa olabilirdi. Onun için hemen anlatmalıydı. Hiç kimseye demese de bu durumu, içindeki hissiyatı böyleydi. Kısacası onun dünyevi aşka ayıracak zamanı yoktu. Allah aşkıyla beslediği vatan ve millet aşkı, Türk dünyasının varlığına ve birliğine olan aşkı, Turan’a olan inancı hep daha ağırdı. O hâlde işe koyulmak, hemen işe başlamak gerekiyordu. O da bunu yaptı. Turan’ı anlatabilmesi için önce yazması gerekiyordu. Matbaadan başlayarak şairliğe, oradan da hikâye, roman, senaryoya değin yazmalıydı… Ve çok geçmeden bunu yaptı. Yazarlığı dışında gazeteci, senaryo yazarlığı da yaptı. Yazdı, yazdı, yazdı…
İsmail Gaspıralı’nın da dediği gibi “Dilde, fikirde, işte birlik” olmalıyız. “Bizi, bize kavuştur Allah’ım.” dedi. İslam aşkıyla yoğurduğu Turan’ı, her yeni günde tazelenen duygu ve düşüncelerini gün doğandan batana, biriktirdiği güneşin sıcaklık ve ışığıyla harf harf akıttı ak kalemine, oradan ak kâğıdına, gönüllere girdi, gönül coğrafyasında Turan yurtlarında izlenen filmlerle tanındı… Bir bir her Türk’ün yüreğine girdi; kâh Polat oldu, kâh Memati, kâh da Ömer Dede oldu…
Ömer, yazmaya, konuşmaya başlayınca yüreği Karadeniz olur, çırpınırdı. Çırpınışında her bir Türk bayrağını bir bir selamlar, önünde eğilirdi âdeta. Gözleri yaşlı Uygur anayı, Kırım’ı, Ahıska’yı, sürgünü düşünür; ak kaleminden alır, ak kâğıda damla damla yazardı… Onun anlatımlarında Altayların sert esen rüzgârı; Tanrı Dağları’ndan, Aladağ’dan, Bazardüzü Dağı’ndan, Şahdağı’ndan, Şardağı’ndan, Erciyes’ten, Toroslardan gelen esintilerle buluşup Hira’ya varır. İşte bu kavuşmadan sonra bu aşk, her Müslüman ve Türk’ün sevda heybesine dolar, dünyanın dört bir yanına dağılırdı. Hira’da buluşan sert esen rüzgârlar, Ömer Lütfi’nin yüreğinden de geçerdi. Ömer Lütfi’nin gidemediği yerlere yüreğindekiler gitti.
Bu denli büyük, bu denli geniş gönül coğrafyasını, uzun geçmişe sahip milletimizi anlatmak; bu yüce sevdayı ak kaleme ve ak kâğıda sığdırabilmek kolay mıydı? Hassas yüreği, hiç bitmeyen çırpınışlarla yoruldu bir gün; hayattan ve sevenlerinden onu ayırdı, genç yaşta vefat etti.
Rahmet ve minnet duygularımızla…