Aytmatov’un Trajik İkilemleri
Cengiz Aytmatov’un 1937’de Stalin tarafından kurşuna dizilen babası Törökul Aytmatov’un üzücü siyasi kaderi, hayatının bu aşırı sevinçsiz dönemi, Cengiz Törekuloviç’in (Cengiz Aytmatov) kişisel ve yaratıcı biyografisinde çok derin bir trajik iz bırakıp, neredeyse sonsuza dek onu etkilemiştir. Cengiz’in, dünya çapında ünlü olduğu yıllarda, parlak yaratıcı yükseliş yaşadığı zamanlarda bile bu dönemin etkisi kaybolmamış, Aytmatov’un hayata ve felsefeye karşı tavrının ana yansımasına dönüşmüş. Hayatının bu trajik sayfasını unutmayı asla başaramamış. Yaşadığı bu gerçeğin hüzünlü ve hatta korkutucu yankıları, nerdeyse bütün kitaplarında, sanatçının zihinsel yaşamında her zaman mevcuttu.
Aytmatov bir keresinde şöyle demişti: “Hayattaki her şeyin bedeli vardır, tıpkı yaşadığımız hayatın bedelini ölümle ödediğimiz gibi.” Ölüm hakkındaki düşünceleri, yazara, onun ateşli, aynı zamanda çocukluğundan beri derinden yaralanmış ruhuna genel olarak ve her zaman çok endişe verir, onu heyecanlandırır ve asla terk etmezdi. Aşırı bir yaşama isteği, güçlü bir ölüm içgüdüsüyle, insanlık çağının sonu olduğuna dair artan bir his, yazarın içinde bir araya geliyordu.
Ölümünden, ölümün kaçınılmazlığından, örneğin, bu yüzden delirmiş olan Rus Yazar Gogol kadar korktuğunu veya ölümü, varlığın ve felsefenin ana meselesi olarak gören Albert Camus gibi olduğunu düşünmüyorum. Ama ölümün her an gelebileceğini, onunla her an karşılaşıcağını çok iyi biliyordu. Ve ölüm onu gerçekten çok ani karşılamış, kelimenin tam anlamıyla yolda, sanki üstüne köşeden atlamış gibi ona sinsice göz kırptı ve onu Faust’taki şeytan gibi, Puşkin’deki kötü ruhlar gibi, Lermontov’daki İblis gibi başka bir dünyaya çekti.