Balkanlarda Osmanlı Barış Dönemi ve Sonrası
Adı Türkçe “sarp ve ormanlık sıradağ” anlamına gelen Balkanlar, günümüzde Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Slovenya, Arnavutluk, Kuzey Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Trakya’dan meydana gelmektedir. Sahip olduğu coğrafi özellikleri, Balkan Yarımadası’nda Batı’dan farklı dil, din ve kültürlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Balkanlarda Slav dilleri, Latince kökenli Rumence ve Ulahça ile Rumca, Arnavutça ve Türkçe konuşulan dil gruplarıdır. Türkçenin yaygın olarak konuşulduğu bölgeler Türkiye sınırları içerisinde yer alan Doğu Trakya, Bulgaristan ve Yunanistan sınırlarında yer alan Batı Trakya, Kuzey Makedonya’da Üsküp ve Priştine bölgesi ile Romanya’da Dobruca’dır. Din olarak Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ, Romanya ve Kuzey Makedonya’da yaşayanların çoğunluğu Ortodoks Hristiyan’dır. Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Voyvodina ve Erdel bölgelerinde Ortodoks inanışını terk edip Katolik inancını tercih eden Hristiyanlar da bulunmaktadır. Doğu ve Batı Trakya ile Arnavutluk’ta halkın büyük çoğunluğu Müslüman’dır. Ayrıca diğer Balkan ülkelerinde yaşayan Müslüman azınlık bulunmaktadır. Son dönemde sayıları iyice azalmış olan Yahudi inanışına sahip toplulukların da yaşadığı Balkanlarda, özellikle Müslümanlar arasında millet anlayışı etnik kökene göre değil dine göre benimsenmiştir. Bu nedenle de Balkan ülkelerinde yaşayan Müslüman ahali farklı dilleri konuşmakla beraber birbirlerini kardeş olarak görmeye devam etmiştir.
Balkanlardaki Türk hâkimiyetinin başlangıcı IV. yüzyılda Hunlar ile başlamıştır. Hunlardan sonra V. yüzyılın ikinci yarısında Avarlar, VII-IX. yüzyıllar arasında Bulgarlar ve onlardan sonra da Peçenekler olmak üzere XII yüzyıla kadar Balkanlarda Türk varlığı devam etmiştir. Fakat siyasi anlamda üstünlükleri X yüzyıldan itibaren sona ermiştir. Balkan topraklarında hâkimiyet kuran Türkler, bölgede bulunan Germen kavimleri (Alanlar, Sarmatlar, Gotlar, Gepidler, Lombardlar, Franklar), Slavlar, Macarlar, Doğu ve Batı Roma’nın Grek halkları üzerinde etkili olmuşlar ve Avrupa’nın bugünkü etnik yapısının oluşmasında belirleyici rol üstlenmişlerdir. Kendileri de göçebe yaşam tarzından yerleşik hayata geçiş sağlamışlardır. Özellikle Bulgar ve Peçenek Türkleri Balkanların kuzeyini kendilerine merkez edinerek, hâkimiyet sahalarını genişletmişlerdir. Genellikle Tuna kıyısında bulunan ovalara yerleşen Türkler, akınlarla Selanik’e kadar inmişlerdir. Fakat bu dönemlerde Balkanlarda Türkler tarafından kurulan devletlerin hiçbirisi varlıklarını günümüze taşıyamamıştır. Bu devletlerin hâkimiyeti altında yaşayan Türk toplulukları da kalabalık diğer halklar arasında eriyip kaybolmuştur. Sadece Bulgarlar isimlerini sürdürmüştür fakat dili, inancı ve kültürü değişmiş olan bugünkü Bulgarların Türklüğünden bahsetmek mümkün değildir.
Balkanlarda Türklerden sonra egemenlik Bizans’ın eline geçti ve bu durum, 1204’te Latinlerin İstanbul’u işgali ile sona eren IV. Haçlı seferine kadar devam etti. Türklerin yeniden Balkanlara egemen olmasına kadar Balkanlarda yaşayan halklar, Latinler tarafından kurulan feodal beyliklerin hâkimiyeti altında varlıklarını sürdürdü. Batı Anadolu’da Söğüt’ü kışlık, Domaniç’i yazlık merkez yapan Osmanlı Beyliği, daha İstanbul’u fethetmeden, Bizans’ın yaşadığı taht kavgalarından yararlanarak Orhan Bey döneminde Rumeli’ye geçmiş ve fetihlere devam etmiştir. Birinci Kosova Savaşı (1389) ile Sırbistan toprakları ele geçirilmiş, Niğbolu Savaşı (1396) ile Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyeti perçinleşmiştir. II. Murad, Fatih Sultan Mehmed’in elde ettiği başarılar ve nihayetinde Kanunî döneminde 1521’de Belgrad’ın ele geçirilmesi, Türk fetihlerinin Balkanları aşıp Orta Avrupa’ya yönelmesine imkân sağlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda 1912-1913 Balkan Savaşlarına kadar egemenliğini sürdürmesinde kılıç zoru değil, izlediği adalet ve hoşgörü politikası ile iskân siyaseti etkili olmuştur. Bizans ve Latinlerin kalıntıları olan feodal beylerin baskısı altında bunalan halklar, Osmanlı yönetimini kurtarıcı olarak görmüş ve Fetret Devri (1402-1413) diye adlandırılan kardeşler arasında taht kavgalarının yaşandığı dönemde bile Balkanlarda önemli bir toprak kaybı yaşanmamıştır. Böylece bölgede iki yüz yıl devam edecek bir Osmanlı Barışı süreci hâkim olmuştur.
Balkanlarda Osmanlı hâkimiyetinin kurulduğu dönemde, Ömer Lütfi Barkan Hoca’nın Kolonizatör Türk Dervişleri olarak ifade ettiği tasavvuf erbabının faaliyetlerini göz ardı etmemek gerekir. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde olduğu gibi Rumeli’de de Ahîler tarafından kurulan tekke ve zaviyeler büyük hizmetler görmüşlerdir. Osmanlı padişahları da bu tekke ve zaviyelere sahip çıkmışlardır. Gelibolu’da Ahi Musa tarafından kurulmuş olan zaviyenin 1365-1366 tarihli vakfiyesine göre bölgede ahiliğin devlet tarafından teşvik edildiği anlaşılmaktadır. Rumeli’de kurulmuş çok sayıda Ahî köyü ve zaviyesinin varlığı bu görüşü desteklemektedir. Rumeli’de kurulan tekke ve zaviyelerin derviş ve müritleri başta Hristiyan reaya iken, sonradan İslamiyet’i seçmiş insanların yer aldığı da görülmektedir.
Osmanlı Devleti’nin, 1683 yılındaki İkinci Viyana Kuşatması’ndan sonra Orta Avrupa’daki hâkimiyetinin sona ermesi ve Orta Avrupa’ya açılan kapısı olan Belgrad’ın Osmanlılar ile Avusturya arasında birkaç kez el değiştirmesi, Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyetinin de sarsılmasına yol açtı. Ortaya çıkan milliyetçi akımların da etkisi ile Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Karadağ’da çıkan ayrılıkçı isyanlar, önüne geçilemez boyutlara ulaşınca bölgedeki Osmanlı Barışı da sona ermiş oldu. Bundan sonra Balkanlar, iki dünya savaşının başlamasına yol açacak olan olayların fitilinin ateşlendiği merkez hâline geldi. Osmanlı döneminde barış ve kardeşlik içinde yaşayan halklar birbirine düşman edildi. Bölgede yaşanan isyanlar ve nihayetinde Balkan Savaşları neticesinde katledilen, göçe zorlanan Müslümanların sayısı bir hayli arttı ve Balkan Yarımadası’nın demografik yapısı Müslümanların aleyhine bir hayli değişti. Balkan Savaşları sırasında Osmanlı Devleti’nin aldığı ağır yenilgiler üzerine bu devletten umudunu kesen ve Sırbistan’ın hâkimiyeti altına girmek istemeyen Arnavutlar da bağımsızlıklarını ilan etti. Birinci Dünya Savaşı sonunda ise elimizde sadece Doğu Trakya kalmıştı.
Bulgaristan ve Arnavutluk hariç Balkan ülkeleri İkinci Dünya Savaşı öncesinde yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti öncülüğünde 1934 yılında Balkan Antantı’nı kurarak, bölgeye yönelik özellikle Revizyonist Almanya ve İtalya’ya karşı güç birliği oluşturmaya çalıştı. Fakat Bulgaristan’ın o dönemde izlediği siyaset, Arnavutluk’un İtalya’nın baskısı altında kalması nedeniyle bu iki devlet Antant dışında kaldı. İkinci Dünya Savaşı neticesinde Balkan Yarımadası’nın büyük bölümü Alman ve İtalyanlar tarafından işgal edilirken, savaş sonrasında bölge büyük oranda Sovyet Rusya’nın kontrolü altına girdi. Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya ve Arnavutluk Sovyetlerin kontrolünde olan Komünist partilerinin iktidarda olduğu hükûmetler tarafından yönetilmeye başlandı. 1953 yılında devlet başkanı seçilen Mareşal Josip Broz Tito, komünist ideolojiyi benimsemekle birlikte Sovyet Rusya’dan bağımsız bir tutum içerisine girdi ve Bağlantısızlar hareketi içerisinde yer aldı. “Ülkemiz kristal bir küredir. Ben Josip Broz Tito, bu küreyi ellerimle tutarak değil alttan nefesimle üfleyerek havada tutuyorum. Umarım benim nefesim tükendiğinde birisi bu görevi devralır. Yoksa kristal küre yere düşer ve tuz buz olur.” dediği ülkesi, Tito’nun ölümünden sonra parçalandı ve Balkan Savaşları sırasında olduğu gibi bölgede yaşayan Müslümanlar yeniden büyük bir zulümle karşı karşıya kaldı. Müslüman Bosna-Hersek topraklarını aralarında paylaşmak ve Müslümanlara hayat hakkı tanımak istemeyen Sırplar ve Hırvatlar harekete geçti ve Sırp Ratko Mladic komutasındaki ağır silahlı katiller Bosnalı binlerce insanı çocuk, genç, yaşlı kadın demeden katletti. Uygar dünyanın gözü önünde Müslüman Boşnaklara karşı soykırım suçu işlendi. Soykırımın gerçekleştiği yerlerden birisi olan Srebrenitsa, üstelik Birleşmiş Milletler tarafından güvenli bölge ilan edilmişti.
İkinci Balkan Savaşları sonunda Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan ile yapılan anlaşmalarla terk etmek zorunda kaldığımız topraklarda yaşamaya devam eden soydaşlarımızın hakları güvence altına alınmıştı. Türkiye Cumhuriyeti de kuruluşundan itibaren bu anlaşmalarla elde ettiği haklara dayanarak ve Balkanlarda yaşamaya devam eden soydaşlarımızla olan gönül bağından cesaret alarak, geride bırakmak zorunda kaldıklarına her zaman sahip çıktı ve kucak açtı. Bulgaristan ve Yunanistan’ın topraklarında yaşayan Türk ve Müslüman azınlığa karşı takip ettiği sindirme ve yıldırma politikalarına dönük diplomatik yollardan mücadelesini devam ettirdi. Bu dönem içerisinde aralıklarla bu ülkelerden Türkiye’ye yönelik göçler yaşandı. Cumhuriyet döneminin başlangıcından 1960 yılına kadar geçen sürede Lozan’da, Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan mübadele sözleşmesi gereğince gelen mübadiller başta olmak üzere Bulgaristan, Yugoslavya ve Romanya’dan bir milyondan fazla soydaşımız, göçmen ve sığınmacı olarak ülkemize yerleştirildi. Özellikle Bulgaristan’dan 1990’lı yıllara kadar soydaşlarımız aralıklarla göç etmeye devam etti.
Balkan ülkelerinde Türk ve Müslümanlara karşı girişilen insanlık dışı muameleler ülkemiz tarafından yakından takip edilirken, yaşanan gelişmeler bu ülkelerdeki siyasi ve sosyal değişimleri de beraberinde getirdi. Bulgaristan’da 1948’de darbe ile iktidarı ele geçiren Komünist Parti, Türk ve Müslüman halka karşı asimilasyon politikası uygulamaya başladı. Müslümanların topluma adapte ve ortak edilmesi adı altında uygulanan politikalar neticesinde insanların isimleri, dinleri değiştirilmeye ve kültürel değerlerini yaşatmalarına engel olunmaya başlandı. Diktatör Todor Jivkof tarafından özellikle 1980’li yıllarda dozu artarak devam eden bu politikalar neticesinde dört yüz bine yakın Türk ve Müslüman, ülkemizin sınır kapılarını açmasıyla mallarını geride bırakarak sadece canlarını kurtarmak adına ülkemize göç etmek zorunda kaldı. Bu olayları protesto eden Türk ve Müslümanların eylemleri sırasında annesinin kucağında 18 aylık Türkan bebek bile katledildi. Türkiye’nin girişimleri ile uluslararası kamuoyunda ortaya çıkan tepkiler ve Bulgaristan’da yaşanan gelişmeler, Jivkof yönetiminin sonunu getirdi. Fakat maalesef burada insanlık suçu işleyen sorumlulardan hiçbirisi adalet önünde hesap vermedi.
Osmanlı döneminde Balkanlarda yaşanan Osmanlı Barışı döneminin sona ermesi ile birlikte, Balkan ülkelerinde yaşayan Müslümanlar için maalesef kan ve gözyaşı hiç eksik olmadı. Osmanlının hem tarihî ve mimari dokusu hem de Osmanlıdan kalma Müslüman halklar Balkanlardan silinmek istendi. Fakat Balkanların her şehrinde Osmanlıdan izler yaşamaya devam ediyor. Kosova’da Priştine, Prizren ve İpek’te; Kuzey Makedonya’da Üsküp, Manastır ve Ohri’de; Bosna-Hersek’te Saraybosna ve Travnik’te, Bulgaristan’da Sofya ve Filibe’de; Yunanistan’da Selanik ve Gümülcine’de; Sırbistan’da Belgrad, Niş, Novi Pazar’da Osmanlı vakıf eserleri açısından zengin bölgelerdir.
Son dönemde TRT 1’de yayına giren Balkan Ninnisi isimli dizi ile evlerimize konuk olan Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp, Vardar Nehri üstüne inşa edilen Taş Köprü ile ikiye bölünmüştür. Bir tarafta Anadolu şehirlerinden özellikle Bursa’dan ayırt edilemeyecek olan tarihî Türk çarşısı ve camileri, diğer tarafta Avrupa Birliği’nin destekleriyle anıtların, kiliselerin ve tepelerinde gece ışıklandırılan devasa haçların yerleştirildiği şehir, iki farklı dönemi ve kültürü yansıtmaktadır. Bir taraf Balkanların hâlâ özlem duyduğu Osmanlı Barışı, diğer tarafta ikiyüzlü Avrupa siyasetinin gizlenmeye çalışıldığı modern yapılar yer almıştır. Osmanlı ve İslam’ın izlerinin silinmeye çalışıldığı Balkan ülkelerindeki fanatik yönetimlere, Aliya İzzetbegoviç’in şu sözleri ile karşılık vermek gerekir: “İstediğiniz kadar dağlara haç koyun, gökyüzüne her baktığınızda Hilal’i göreceksiniz.” Yahya Kemal’in aşağıdaki dizelerinde anlattığı gibi biz Üsküp’te olmasak da Üsküp bizde, bizim gönlümüzdedir. Bizim sadece Anadolu ile değil, Osmanlının yadigârı ve izlerini taşıyan bütün topraklarla gönül bağımız vardır.
Üsküp ki Yıldırım Bayazıd Han diyarıdır,
Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır.
………..
Üsküp ki Şar-dağ’ında devâmıydı Bursa’nın,
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
………
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin,
Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için.
……….
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.
Kaynaklar:
- TTK Türkçe Sözlük
- Kemal KARPAT, Balkanlar, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.5. İstanbul 1992, s.25-32.
- Öner TOLAN, Karadeniz’in Kuzeyinde Ve Balkanlarda Türk Varlığı (IV.-X. YÜZYIL), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, 2014 Elazığ
- Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri; https://www.academia.edu/i_pdf