Bedel Ödemeye Hazır Adsız Kahramanlar
Malumdur ki bir şeyin kıymeti, bazen o uğurda ödenen bedelin büyüklüğü nispetindedir. Ya da o yolda çekilen ıstıraplar, cefalar, ezalar o şeyin kıymetinin göstergesidir. Bu ülkenin değeri sadece eşsiz tarihinden, benzersiz jeopolitik konumundan kaynaklanmıyor. Bu ülke için ödenen bedeller, verilen canlar, akıtılan kanlar da bu ülkenin kıymetini gösteriyor. Kolay kazanılmadı ki ucuz olsun.
Bunun yanında kişinin ortaya koyduğu fedakârlık da, o şeye verdiği değeri gösterir. Kişilerin söylemlerinde, çok değerli diye dem vurduğu olgular için o yolda ne kadar yürüdüğüne, ömür dakikalarında ne ölçüde mesai ayırdığına, karşısına çıkan zorluklarla ne derecede mücadele ettiğine, hayatından, rahatından, konforundan, zevklerinden ne kadar fedakârlık yaptığına ve o uğurda ödediği bedellere bakmak gerekir. Ancak bu şekilde o değer verdiğini iddia ettiği şey hakkındaki gerçek fikri ortaya çıkmış olur. Mesela aile kavramına çok değer verdiğinden dem vuran bir kişi, ailesine vakit ayırmıyor, aile etiğine uygun yaşamıyor ise, bu söyleminin pek sathi ve asılsız olduğu düşünülür. Keza terör örgütleri ile saf tutan, aynı çizgide ortak hareket eden, ülke bekasını değil şahsi ikbalini gözeten, yaşadığı ülkenin başarılarından gururlanmayan, mutluluk duymayıp bilakis rahatsız olan, hatta ülkesine yatırım yapılmaması için çağrı yapan bir kişinin; vatanperverlikten, ülke sevgisinden, milleti düşünmekten, milliyetçilikten yana dem vurması pek asılsız ve samimiyetsiz olur. Bu ülkeye bağlılıktan, vatanperverlikten, bayrak sevgisinden, ezan sevgisinden bahsedecek kişiler; 15 Temmuz işgal girişiminde çıplak ellerinde sadece bayrak ile tereddüt etmeden canlarını feda etmek üzere sokağa dökülen milyonlarca vatan evladıdır. Batı Trakya’da zulüm gören soydaşlarımızın hakları için şehit olan ve “Türk’e ve Türk Müslüman’ına karşı el kaldıran, kesinlikle bu dünya üstünde hâkim olmayacaktır.” diye haykıran Sadık Ahmet’tir. Annesi Rum çeteciler tarafından şehit edilen 15 yaşındaki Tokatlı Halil gibi Çanakkale’deki Onbeşlilerdir, Seyit Onbaşılardır. Fransız işgal kuvvetlerine erzak taşıyan yüz elli arabalık konvoyu bozguna uğratarak, “Düşman cesedimi çiğnemeden Antep’e giremez.” diyerek Antep’in kurtuluş mücadelesini başlatan, Mehmet Sait Şahin Bey’dir, daha 19 yaşına gelmeden Kuvayı Millîye’ye katılıp Yunanla savaşarak, 22 yaşında şehadete yürüyen Gördesli Makbule’dir, Türk kadınının peçesini zorla açmak namussuzluğuna kalkışan düşmana ilk kurşunu sıkarak Kurtuluş Hareketini başlatan Sütçü İmam’dır, henüz 12 yaşında onbaşı rütbesini takan Nezahat Onbaşı’dır, Yunan’ın başına bomba gibi düşerek, kendi memleketi Aydın’ın işgalden kurtulmasında büyük katkı sağlayan Yörük Ali Efe’dir ve daha nice adsız kahramanlardır.
Evet, atsız kahramanlar. Onlar, Türk milletinin bekası için bedel ödeyenler. Bunlar arasında elbette akla gelen isimlerden birisi de Nihal Atsız’dır.
Aslında dünyanın yarıdan fazlasında hükümferma olan ama âdeta küçük bir yarımadaya sıkıştırılmaya çalışılmış Türk milletini, o topraklarda da komünizm ve Bolşevizm zehri ile aslından uzaklaştırma çabalarının kuvvet bulduğu bir dönemde Nihal Atsız, meydana çıkıp Türk olmanın asaletini, faziletini yeniden haykırmıştır. İnandığı dava yolunda mücadele ederken, bu amaç uğrunda kalemi kırk sekiz sene boyunca yorulmadan çalışmıştır. O kalemi Atsız’a, Türkçü düşünüşün Cumhuriyet yıllarındaki en kuvvetli lideri ve temsilcisi vasfını kazandırmıştır. Makale ve eserleriyle Türkçü düşüncenin ne olduğunu ortaya koyan ve belirli prensipler çizip, hedefler işaret eden Atsız, Türk’ün ahlakını, Türklük seciyesini tahrife çalışan, millî şuuru açık ve gizli hedef alan Türklük karşıtı olan Komünizm, Bolşevizm gibi fikir, proje ve operasyonlara karşı gözünü kırpmadan savaş vermiştir. Böylece Türklüğe karşı gelebilecek tehlikelere de, ulusu şuurlu ve bilinçli tutmaya çalışmıştır.
Atsız ayrıca, Türkiye sınırları dışında olan ve Çin’e kadar uzanan Türk dünyasının kaderi ve birliği meselesini her daim gözetmiştir. Türk dünyasını farklı ülkelere, ayrı ayrı coğrafyalardaki parçalara göre düşünmemiş; tarihte olduğu gibi atide de siyasi birliğini oluşturacak bir bütün olarak ele almıştır. Bu Turan ülküsünün de ileride gelecek biz mirasyediler bakımından da benimsenmesi ve bir maceradan ibaret olarak değerlendirilmemesi için her yazısı ve eylemi ile çabalamıştır. Turan ülküsünün mümkün olduğunu şöyle ifade etmiştir: “Biz boş hayaller ardında değiliz. Mazide hakikat olan şeylerin yeniden hakikat olmasını özlüyoruz. Hastalıklardan korunmuş, nüfusu çoğalmış, ahlakı yükselmiş, sanayii ilerlemiş bir Türkiye istiyoruz. Sınır dışındaki ırkdaşlarımızı kurtarmak yollarını arıyoruz. Onları kurtarırken Türkiye’yi batırmak gayretlisi değiliz.” (“Unutmayacağız”, Altın Işık, nr. 5, Mayıs 1947).
Atsız’ın o dönemdeki Türk millî şuuruna karşı çok kuvvetli ve global bir saldırıyı önlemek ve doğrudan saldırının hedefi olan Türklük bilincini muhkem kılmak için yaptığı salt Türklük şuuru yönündeki çalışmaları, bazı kesimler tarafından O’nun, Türk’ün dini olan İslamiyet’ten uzak bir kişi olduğuna dair çıkarımlar yapılmasına sebep olsa da; milliyetçiliğinde yüksek ahlakı en öncelikli prensiplerden biri olarak görmesi, milletin temelinin ahlak olduğunu üzerine basa basa söylemesi, Türklüğün etrafını sarmış düşman milletler ve kuvvetler karşısında ancak yüksek ahlaklı, disiplinli, uyanık bir tarih şuuruna sahip, askerî terbiyesi gevşememiş, kozmopolitlikten kendini uzak tutabilmiş bir millet olmakla ayakta kalabileceğimizi zihinlere sokmaya çalışması, ahlak bozukluğunu ve bunu artıran kozmopolit etkileri Türklüğün en büyük düşmanı olarak görmesi gibi ortaya koyduğu görüşlerinin tamamına yakınının, İslam ahlakı ile birebir aynı olması bu düşüncenin doğru olmadığını göstermektedir.
Belki tehlikenin şiddeti karşısında, saldırının merkezini muhafaza etmek duygusu, saldırıya pek maruz kalmayan diğer uzuvları ihmal etmeye sebep olmuş olabilir. Belki de o uzuvları muhafaza eden çokların var olduğunu bilmenin rahatlığı da olabilir. Netice itibariyle şu bir gerçektir ki; nerede bir Türk varsa o Müslüman’dır. Bir milleti millet yapan en önemli unsurlardan biri de dinidir. Hele ki o din kâinattaki tek hak din Müslümanlık ise, hele ki o millet, milletler içindeki en asili, en mümtazı Türk milleti ise… Bin yıldan fazladır Allah’ın dinini dünyada temsil eden, o uğurda şehadete koşan bu asil milleti İslamiyet’ten ayrı düşünmek cinayettir, bu aziz millete hakarettir. Türk milletini İslamiyet’le şereflendiren Yaratıcı, İslam dininin bayraktarlığını da Türk milletine vermiştir. İslam’dan çıkan Türklükte de kalamamış ya Bulgar ya Macar olmuştur.
“Yüz paralık kurşunla gider ‘hayat’ dediğin; ‘Tanrı yolu’ uzaktır; erken kalk sıkı giyin.” Hüseyin Nihal Atsız. “Bir Türkçü, dik başını eğecek iki kuvvet tanır: Allah ve millî vicdanın makesi olan Kanun!” Hüseyin Nihâl Atsız.
Hâsılı kelam, “Türkçülük ülküsü bizden amansız bir görev ahlakı istiyor.”, “Türkçü, eyyamcı ve dalkavuk olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir.”, “Türkçülerin ilk işi, görevlerini, arınmış gönül ve inanmış yürek ile yapmaktır.”, “Biz Avrupalı falan değiliz, buz gibi Asyalıyız ve hepsinden üstün olarak da Türk’üz.” gibi sözler ile Türklüğü savunan Hüseyin Nihal Atsız, bu uğurda ne yaptı? Bir fedakârlıkta bulundu mu? Bu uğurda bir bedel ödedi mi? Yoksa bunlar sadece söylemden ibaret miydi? Tabii ki hayır.
Her dava adamı gibi o da büyük bedeller ödedi. Büyük fedakârlıklar, büyük zorluklar yaşadı. Üniversitede araştırma görevlisi iken yazdığı bir makale nedeniyle üniversitedeki görevinden atıldı. Zorluklar ile çıkardığı mecmuları, dergileri kapatıldı. Öğretmen iken sürüldü, açığa alındı. Hatta çok sevdiği edebiyat öğretmenliği elinden alınarak memurluğuna son verildi. Yıllarca kendi ülkesinde işe girmesi engellendi. Türk-Rus savaşlarını özetlediği “Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir” adlı kitabını kendi adıyla çıkaramadı, Süruri Ermete adıyla yayınlamak zorunda kaldı. Çıkardığı Ötüken Dergisi nedeniyle hapse atıldı. Hasta oldu.
Demem o ki, hiçbir dava bedel ödemeden ya da o dava için bedel ödeyenler olmadan kazanılmaz. Eğer bizler rahatımızı bozmadan, fedakârlık yapmadan, Türk-İslam birliğinin tesis edilmesinden dem vuruyor isek, bunun bir romantizmden öteye geçmeyeceğini bilmemiz lazım. 15 Temmuz gecesi sokağa çıkan imanlı Türk milleti olmasaydı, herkesin evinde ekran karşısında oturup, işgalcilere lanet okuması bu ülkeyi kurtarmaya yetmezdi. 250 can ile büyük bir bedel ödeyerek ülkemizi düşman işgalinden muhafaza ettiğimizi unutmamalıyız.
Bu vesileyle bir anekdot aktarmak isterim: Birkaç gün önce iş yerinde Dekan Yardımcımız ile birlikte iken telefonuma oğlumun numarasından bir video paylaşımı geldi. Yoğunluktan dolayı videonun sadece başlığını gördüm. Başlık “Türk Olmak” idi. 11 yaşındaki 6. sınıfa giden oğlumun attığını düşündüm. Zira o, yaş ve karakter olarak olgunluğu cihetiyle millî şuuru oluşmaya başlamış bir çocuk. Fakat daha sonra oğlumun numarasından arama geldi. Telefonu açtım. Arayan, 7 yaşındaki 2. sınıfa giden, okumayı yeni öğrenmiş küçük oğlum Ömer’di. “Baba, attığım videoyu izledin mi?” diye sordu. Onun atacağına ihtimal vermediğim için neden bahsettiğini anlamadım. Ne videosu diye sordum. Videonun adını söyledi: “Türk Olmak.” Çok şaşırdım. Çünkü hem yaşı küçük hem de yapı olarak eğlenceli şeylere ilgisi olan bir çocuk. Açıkçası ben de baba olarak evde bu konularda pek tahşidat yapan biri değilim. “Ne var ki o videoda?” diye sordum. “Türk milletinin, yani bizim özelliğimizden bahsediyor. Türkler ile ilgili bir gerçeği söylüyor.” dedi. “Neymiş o?” diye sordum. Telefonun sesi de açık iken şunu söyledi: “Türk olmak zordur. Çünkü tüm dünya ile savaşmak zorunda kalırsın. Ama Türk olmamak daha zordur. Çünkü Türk ile savaşırsın.” Dekan Yardımcımız ile birbirimize baktık. İçimden şöyle dedim: “Elhamdülillah, ümidimi kıran pek çok şeye rağmen, adını kimselerin bilmediği dünyanın farklı farklı yerlerinde, Allah’ın bu imanı içlerine koyduğu bedel ödemeye hazır adsız evlatlar var demek ki. Ne mutlu bana ki en az bir tanesi de benim evimde…”