Benim Ömer Lütfi Mete Başkan’ım
Bir biyografik malumatı hakkıyla kâğıda aktarabilmek için elbette konuya hâkimiyet ve vukufiyet gerekir. Ancak bizim, Ömer Lütfi Başkan’ımızı tazimle anmamız için icazete gerek yoktur. Çünkü toprak, toprağı anlatırken suya-sabuna ihtiyaç duymaz.
Evet, kendisini “Ülkücü” olarak tanımlayan ve 70’li yıllarda Ocak kültürü alan gençlerin pek çoğu “9 Işık”ı okumuştur. O, “Milliyetçi Türkiye”ye, “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi”ne aşinadır. Osman Turan’dan, Atsız Hoca’dan, Sepetçioğlu’ndan tarihî heyecanlar yüklenmiştir. Necdet Sevinç’in “Ülkücü’ye Notlar”ından, Emine Işınsu’nun “Sancı”sından beslenmiştir.
Ülkücü gençlerin manevi gıdalarını incelerken, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün, tanesi 1 liradan satılan “Türk Kültürü” dergisinden, Necip Fazıl’ın -Bozkurtlar gecelerinin vazgeçilmezi- “Sakarya” şiirine kadar geniş bir fikir yelpazesinden bahsetmemiz mümkündür. Ocak tedrisatının bir tarafında Kafkas Kartalı Şeyh Şamil, diğer tarafında Bozkurtların Atsız Hocası vardı.
Ancak, bizim 12 Eylül öncesinde rahlesinden geçtiğimiz en güçlü tedrisat, “sokağın ruhu”ydu.
60’larda Sol, nerede üniversite varsa orada örgütlenmişti. Hukuk, Siyasal, Basın-Yayın, ODTÜ, Hacettepe… Mühendislik ve Tıp Fakülteleri…
Örgüte girmeyene psikolojik baskı yapar, eli sopalı bir pos bıyığın eşliğinde sol yumruğu havada slogan atmayanı okula almazlardı. 27 Mayıs Darbe Komitesi’nin iki kurmayının, sırasıyla Halkevleri Genel Başkanlığı yaptığı yıllardı. “Yüz işçi yerine bir Albay” olmazsa, “yüz Albay yerine bin üniversiteli” sınıf devrimini başaracaktı!..
Hayaller, Nazım’ın şiirinde “bir ağaç gibi özgür yaşamak”tı; ama gerçekler bildiğiniz, bölge ziraatta “kavaklık”tı.
Rüzgâra göre eğilmeyeni, fraksiyona boyun eğmeyeni; pisuvarın yanından geçerken halk mahkemesinde yargılayıp, helada dövüyorlardı.
Bunlar, Ömer Lütfi Başkan gibi gürgen yapılı, dallı budaklı adamlara uygun davranışlar değildi. İşte Ülkücülük, fiilî olarak bu 68 Kuşağı’nın Türkiye’de etnikleşen devrimci yaramazlıklarına itiraz şeklinde doğdu.
Geceleri duvarlara ismi yazılan ve sabaha fraksiyon olarak çıkan komünist çetelere karşı dik duran, mücadele eden, devrilmek istenen değerlere sahip çıkan kim varsa bizdendi. Yiğit olması yeterli görülür, öyle kaşına gözüne de fazla bakılmazdı. Bu mücadeleyi, 78’de Artvin’den Fatsa’ya kadar dağlarına “Dev-Yol”un konuşlandığı Karadeniz sahilinde yapmak ise ayrı bir kahramanlıktı.
Dev-Genç bölümlere ayrılmış; içinden “bir kır, bir de şehir gerillası” çıkarmıştı. Şehirlere Dev-Sol, köylere ve dağlara Dev-Yol bakıyordu.
Mesela, özerklik ilan eden Terzi Fikri, Fatsa dağlarına mevzilenen Dev-Yol’a yaslanıyordu. Fatsa’da bir tek imam, camide devrim propagandası yapılmasına itiraz ettiği için şehit edilmişti. İmam, Ülkücü olduğu için itiraz etmiş; Ülkücü olduğu için şehit edilmişti.
Demek ki “sokağın kitabı”na göre Ülkücülük, farklı bir ideolojiye mensup olmaktan ziyade “yeterince ehli sünnet ve’l- cemaat” olmaktı. Zulme karşı üçtaş atmak farzdı.
O dönemde Komünistler, “Allah” için bir adım öne çıkanı vuruyorlardı. Siz de onları vurunca Ülkücü oluyordunuz!
Merhum Başbuğ Alparslan Türkeş, 80’lerde artık “Yolumuz Allah yoludur.” derken, muhtemelen bu yaşanan gerçekliği kastediyordu.
Ülkücülerin 70’li yılları hakkında doğru dürüst bir şey pek yazılmadı. Bizimkiler hep kılıç kuşanmış “Kürşat ve çerileri” olduğu için eli kalem tutanlar genellikle başkalarıydı.
12 Eylül’den sonra üstten-alttan, sağdan-soldan Ülkücüler hakkında o kadar çok kara propaganda yapıldı ki; galiba sonunda bu çamur deryası bizi de vurdu. Diyemedik ki: “Yahu bu gençler, her milletin sahip olmak için yıllarca yatırım yapacağı, vatan için feda’y-ı can eylemeyi göze almış fedakâr insanlardı.”
Bayrak diyorlardı, vatan diyorlardı, devlet, millet diyorlardı. Anayasa’yla ve yasalarla bir sorunları yoktu. Savundukları ve uğrunda dayak yedikleri fikirlerin hiçbiri, İlkokul-4 Sosyal Bilgiler kitabında yazanlarla çelişmiyordu.
Karşılarında, Lenin’den Mao’ya, Ho Chi Minh’den Kastro’ya kadar her türlü komüniste hayran binlerce kızıl eşkıya vardı.
Çoğu öğrencilik yaşındaydı, garibandı. Para istemediler, pul istemediler, madalya, mansıp istemediler. Hatta ceplerinden üste para verdiler. 70’lerde Ülkücülük işte böyle bir şeydi. Eli iş tutan, maaşını getirip Ocak başkanının masasına bırakıp, “Lazım olanı alın, gerisi bana yeter.” derdi. Ölüme gittiler yahu… Tabutsuz-kefensiz cenazelerle ölüme gittiler. Teşekkür de istemediler ama neden en azından çoğunluk tarafından hayırla yâd edilmediler?..
Cevabı Üstat Ömer Lütfi Mete’nin “Kötü insan her yerde var. Ülkücülerin arasında da var. Ama bir şey biliyorum ki; bu ülkede yüz tane adam gibi adam varsa, 90 tanesi Ülkücü’dür.” sözünde aramak gerekir.
Adam gibi adamlar; marifetlerini anlatmayı, ağlamayı, zırlamayı sevmezler. Ülkücüler de bölük bölük içeri alınmışlar, işkence görmüşler, yıllarca hapiste kalmışlar; ama “penceresiz kaldım annem” diye ağlamamışlardır.
Bir tanesi bile ülkesini dışarıya şikâyet etmemiştir. Kaçağa düşüp, illegaliteye bulaşanlar bile olmuştur ama içlerinden hiçbiri ülkesini satmamıştır; aldığı terbiye ölçüsünde yakışıksız bir iş yapmamıştır. Askerine, polisine kurşun sıkmamıştır. Üstadın “adam gibi adam”dan kastı budur.
Şarkışla’da, Jandarma’yla girdiği silahlı çatışmada yakalanan “Deniz Gezmiş”leri “gül” olarak anlatan matbuatta, Ülkücüler işte bunun için “diken”dir.
Ömer Lütfi Mete Başkan’ımın bütün bereketli faaliyetlerine, emsalsiz kariyerine ve değerli eserlerine rağmen bendeki hatırası “Rize Ocak Başkanlığı”dır. Çünkü ben, Ömer Lütfi Başkan’ı oradan tanırım. O benim aynı Ocak’tan yetişmekle gurur duyduğum “toprağım”dır.
“Sokağın ruhu” dedik ya en başta… Sokaktan kastımız meydanlardır, okullardır, yurtlardır, kampüsler, dağlar, yaylalar hatta plajlardır. Çünkü 70’lerin özellikle sonlarında, siyasetin olduğu her yerde gençler… Gençlerin olduğu her yerde çetin bir mücadele vardır.
İyi olmuştur – kötü olmuştur; bunu tartışmıyorum. Adamın evde veya sınıfta, herhangi bir sulh ortamında, bilgisayar başında yetişmesiyle, böyle bir ortamda yetişmesi bir değildir. Bunu anlatmaya çalışıyorum. İşte ben Ömer Lütfi Mete’nin gözlerinde, mücadele devri çocuklarındaki o masum heyecanı her zaman görmüşümdür.
Molnar’ın (Ferenc Molnar) ölümsüz eserinde, mahallenin değerleri için canı pahasına savaşan “Pall Sokağı Çocukları”ndan pek farkımız yoktu aslında bizim 70’lerde… Kitaplar ne yazarsa yazsın, fikir sokağa inince kavganın şeklini “kültür” belirliyordu.
Dokuz Işığın “yakın savunma” diye bir maddesi yoktu; ama adam, elinde “Safahat”ı bile görse sana vuruyordu!.. Biz de vurana öbür yanağını uzatan erken dönem Nasrânî Keşişleri değildik tabi…
Mücadelenin şekli, yaşımıza göre değişiyordu. Zaman zaman çocuksu oluyordu belki; ama herkes kendisine yakışanı yapıyordu. “Mahalle” için vereceğini veriyor, “sokaktan” alacağını alıyordu.
Kızıl gömlekliler mahalleyi bastığında kimi bodrumda, kömürlükte saklanıyor kimi de Erno Nemeçek gibi, çelimsiz vücudunu mancınıkla düşmanın önüne atıyordu. İşte Ömer Lütfi Mete, Pal Sokağı’nın Nemeçek’inden bir fazlasını yaparak, üstünün tozunu silkeledikten sonra kavgaya en zor noktasından devam eden kahramanlardandı. Üstelik onun hikâyesini yazacak bir Molnar’ı da yoktu.
Soysuzluğu, kansızlığı, kızıl acımasızlığı, demokrasi makyajlı bölücülüğü, üniformalı vatan hainliğini, asker-polis katilliğini, polisin içindeki PKK’lıyı, askerin içindeki kriptoyu, kriptonun içindeki Mason’u, Mason’un yanındaki Paşa’yı… Mahalleye ne olduğunu anlamaya çalışırken bunların hepsini çok yakından görmüştü.
Şamil hattı düştüğünden beri kıyıları birkaç kez Moskof işgali gören ama düşmanın dağlarına çıkamadığı bir coğrafyanın, doğuştan Kuvâ-yi Milliye milisi olup, kendi silahını kendi yapan evlatlarının Anadolu yaylasında, Karadeniz dağlarında kızıl edepsizliğe tahammülü olamazdı.
Bu işin içinde bir iş olmalıydı.
Ömer Lütfi Mete’yi sürekli bir meraka, araştırmaya, üslubuna, hatta yüz hatlarına şekil veren, hayret ve heyecana sevk eden temel saik bizce budur.
Ömer Lütfi Mete’nin şair ruhuyla, edebî kişiliğiyle ve sanat kariyeriyle ilgili doyurucu bilgileri komşu sayfalarda bulacağınızdan eminim.
Bu yüzden de ben, sonuçlardan ziyade sebeplere odaklandım ve Ömer Ağabey’in mücadeleci kişiliğini şekillendiren kavga devri ruhunu anlatmaya çalıştım.
Allah ondan razı olsun. Ömer Lütfi Mete, hayatı boyunca “Rize Ocak Başkanı’na yakışanı” yapmıştır. Bize yakışan da onu, eserlerini ve hatırasını bütün saygınlığıyla yaşatmak, onu genç kuşaklara tanıtmaktır.
Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.