Şimdi yükleniyor

Bir Meleğin Yolculuğu

90 gonul topaktas

Bir Meleğin Yolculuğu

Ben üç yaşında bir çocuğum, melek olup göklere uçtum oradan bakıyorum dünyaya. Ülkemde savaş çıktı, çatışmalar başladı, evimize mermiler isabet etti ve evimizin duvarı yıkıldı… Babam, annem ve ağabeyimle beraber uzak diyarlara gidecek, mutlu ve barış içinde yaşayacaktık. Babam berberlikten kazandığı parayla zorla da olsa yol paramızı biriktirmişti. Botla gidecektik. Bizi botla götürecek amcaya iki kez yol parasını denkleştirip vverdiğimizde ama botun sahibi amca bizi götürmemişti. Ancak her şeye rağmen parayı bir kez daha denkleştirip verdiğimizde ailem ve birçok insanla zorlu yolculuğumuz başlamıştı.

Oyuncaklarım, elbiselerim, evimiz, okulumuz, eşyamız, bağımız, bahçemiz, güzel vatanımız, akrabalarımız ve savaş geride kalmıştı. Her şeyimiz uzaklardaydı artık. En önemlisi de umutlarımızı, sevdiklerimizi ve sevgilerimizi orada, Ayn el-Arab’da bıraktık; vatanımızda kaldı her şeyimiz. Bizim gibi savaş, çatışma ve zulümden kaçanlarla birlikte bota bindik. Bota, ağır olmasın diye sadece bayramlık elbisemizle binip, yanımıza biraz da yiyecek alıp umudumuzu yüreğimize sıkıca sarıp yola çıktık… Hayatta kalabilmek, barış içinde ve huzurla yaşamak, okula gidebilmek ve arkadaşlarımızla oyunlar oynayabilmek için yola çıktık…
Babam ve diğer amcalar botta konuşuyorlardı. Başka ülkelerde, hatta dünyanın her yerinde kedilerin, köpeklerin bile hakları varmış. Kimse rahatsız edemez, zarar veremezmiş. Bitkilere bile dokunmazlar korurlarmış. Bottaki yaşlı amca televizyonda görmüş, orada ve dünyanın gelişmiş ülkelerinde insanlar zenginmiş, çalışmasalar bile para alırlar, geçimini sağlarlarmış. Bizim oradaki gibi savaş yokmuş, herkes kardeşçe ve mutlu yaşarmış. Hatta bu ülkelerde; kedilere, köpeklere bile hasta olunca doktor gelirmiş. “Onlara değer veriyorlar, koruyorlar. Biz insanız, elbette bizi de korur kollarlar.” diyordu. Ekliyordu, “İleride bir işimiz olur, belki ev bile verirler.” diyordu… Türkler gibi diğer milletler de biz mültecileri kabul eder, hâlimizden anlarlar diye düşünüyordu. Bu lastik bot, yolculukta insanlar kadar insanların yüreğindeki umudu da taşıyordu. Kendi ülkelerinde hakları muhtel olan bu mazlum mülteciler; dünya otoritelerine güveniyor, binbir umutla, heyecanla hayaller kuruyor ve aralarında konuşuyorlardı…

Daha genç biri de cep telefonundan bilgiler okuyordu, bizim durumumuzda olanlar için “1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Birleşmiş Milletler Cenevre Sözleşmesi’ne göre sığınmacı: Vatandaşı olduğu devletin ülkesinde meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahıs mülteci olarak kabul edilmektedir.”1 diyordu.

Genç, okumaya devam etti: “İşte bunlardan evrensel nitelikte olan en önemli uluslararası düzenleme, 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Birleşmiş Milletler Cenevre Sözleşmesi’dir. İşbu Sözleşme, 1967 yılında yapılan protokol ile taraf devletler açısından yeniden düzenlenmiştir. Cenevre Sözleşmesi, öngörülmüş bazı şartlarla, taraf devletleri, sığınma talebiyle ülkesine gelen yabancıları mülteci olarak kabul etme yükümlülüğü altına sokmaktadır.”2

Yaşlı amca, “Demek ki biz mültecileri ülkelerine kabul etmek için sözleşmeler dahi imzalamışlar, kabul ederler. İnşallah Türkler gibi yaralarımızı sararlar, çocuklarımızı okuturlar.” dedi.

Aylan Bebek, ağabeyi ve annesi sohbeti dinliyor, böylece umutları sevince, sevinçleri güce dönüşüyor, yorgunluklarını bile unutuyorlardı. Denizde epeyce yol gittikten sonra Ege Denizi’ne gelmişler, hava kararmış, aniden fırtına çıkmıştı; fiber bot su almaya, botun havası inmeye başlamıştı. Konuşmalar, yerini çığlıklara, bağrışmalara, ağlamalara bırakmıştı. Babası, annesi, Galib Ağabey’i ve Aylan Bebek çok korkuyor, birbirlerine sarılıp ağlıyorlardı. Korkudan, annesi ve ağabeyi aniden ayağa kalkmış, bu nedenle bot ters dönmüştü. Herkes denize düşmüş, telaş içinde batıp çıkıyorlardı. Ayn el-Arab’da deniz olmadığından yüzme öğrenememişlerdi. Çığlık ve ağlama sesleri içinde herkes çırpınıyor, insanlardan yardım bekliyorlardı.

Denizin ortasındaydık; yakınlarda gemi yoktu, tekne bile yoktu. Bir elimle babama bir elimle anneme tutunmaya çalışıyor aynı zamanda da ağlıyordum. Sonra babanım eli ellerimden kaydı, annemin beni tutacak gücü kalmadı. Önce parmakları çözüldü, sonra eli. Yavaşça beni hırçın sulara bıraktı sanki… Gitme ağabey, gitme anne beni yalnız bırakmayın, baba beni bırakma! diye ağladım… Oysa ilk düştüğümüzde annemi, babamı ve ağabeyimi sıkıca tutuyordum, böylece kurtulacaktık… Ama bilmiyorum nedendir gücüm yoktu. Babamın elinden elim kaydı, annemin parmakları çözüldü; artık beni dalgalar bir kaldırıp bir indiriyor, bir batıp bir çıkıyordum. Elimi uzattım, uzattım, uzattım gitme anne, gitme baba diye çığlık atıyor; ağlıyor, çırpınıyor, çırpındıkça su yutuyordum… Tuzlu su ciğerlerimi yakıyordu…

İnsanlar, (bottaki ağabeyin okuduğu) sözleşmeyi yazanlar neredesiniz, beni kurtarın diye ağlıyordum. Sesim çıkmıyor, duyulmuyordu; artık düşünmeye, kendimle konuşmaya başladım. Hayvanlara hak verenler, bitkileri koruyanlar neredesiniz? Beni, anamı, babamı, ağabeyimi niçin korumuyorsunuz? Biz insan değil miyiz? Biz de ağlayınca gözlerimizden yaşlar gelmez mi? Bizim de yüreğimiz, bizim de canımız, bizim de ülkemiz, bayrağımız, marşımız var… Bir gün bilmediğim düşmanlar geldi, bilmediğim askerler geldi, bilmediğim eli silahlı kişiler geldi… Bu savaş, bu çatışma, bizi bıktırdı; korkmaya başladık, yerimizden yurdumuzdan edildik. Kocaman dünya ve kocaman dünyanın milletleri; kocaman dağlarınızda, kocaman ovalarınızda, kocaman akarsularınızda, kocaman dünyanızda bizim de yaşayacağımız, sığınacağımız birkaç metre yer yok mu? Biz canlı değil miyiz? Biz insan değil miyiz? Neden kapılar yüzümüze kapanmış, neden sınırlar tel örgülü…

Oysa benim de minicik ellerim, küçücük yüreğim, annemin sıcak kucağında yerim, bir ağabeyim, bir babam vardı. Tıpkı sizin çocuklarınız gibi benim de minicik bir yüreğim bir de dünyam vardı… Sonra savaş çıktı, bilmediğim ülkelerden bilmediğim insanlar geldi… Kurşunlar, bombalar, silah sesleri… Minicik bir evimiz, minicik bir de bahçesi vardı. Bahçemizde her bahar çiçekler açar, civcivler dolaşır, kelebekler uçuşurdu… Elma ağacımız evimizi çiçekleriyle süsler, bize al al elmalar verirdi. Ben de dünyadaki diğer çocuklar gibi kendi evimde huzurla uyuyabilmek, canım istediğinde arkadaşlarımla oynamayabilmek, okula gidip öğretmenlerimi dinleyip okuma yazma öğrenmek, büyüyüp asker olmak isterdim… Şimdi aldığım nefes, denizin suyuyla dolu; boğuluyorum… Dünyanın en zenginlerinin zevk sürdüğü bu denizlerde, ben ölmemek için çırpınıyor, ağlıyorum… Allah’ım sana şikâyet ediyorum; insanlar, ülkemde huzurumu bırakmadı. Allah’ım sana şikâyet ediyorum; çığlıklarımı, ağlamalarımı insanlar duymadı. Allah’ım sana şikâyet ediyorum, kötü insanları… Ben, anneme, babama, ağabeyime, bahçemde uçuşan kelebeğe, civcivleri sevmeye doyamadım; bana ve aileme küçük dünyamızdaki hayatımızı ver Allah’ım. Ben de her çocuk gibi yaşamak istiyorum Allah’ım…

Çocukların gülüp oynadığı bir çağda, vatanımda çıkan savaşlar yüzünden hayata veda ediyorum. Ben de pamuklara sarılıp, sevilecek, korunacak kadar sevimli, şirin, akıllı bir çocuğum. Hem zaten bayramlık kırmızı tişörtümü, yeşil şortumu da giydim. Denizlerdeki büyük büyük balıklar yanımdan geçti gitti de beni yemediler, peki insanlar… Dağlarda kaybolsam kurtlar sütüyle besler, kartallar kanatlarına sarardı… İnsan olmanın özel duygusu nerede? Bizim botta ben üç, Galip Ağabey’im beş, annem sadece yirmi yedi yaşındaydı. Diğer botta, sekiz çocuk on iki kişinin öldüğü ölüm yolculuğunda hayatımızı kaybediyoruz… Bu durum, sadece otoritelerin dikkatini mülteci konusuna çekti… Oysa biz, dikkat çekmek için can vermedik… Sadece diğer insanlar gibi yaşamak istemiştik.

Varlıklı ailelerin çocuklarıyla tatil yaptığı sahillere, cansız bedenim vurdu, orada kaldım… Günler sonra babam, annemin ve ağabeyimin cansız bedenlerini alıp vatanımıza, toprağımıza götürdü. Şimdi bedenim orada, ruhum göklerde. Çatışma sesleri dinliyorum, savaşı izliyorum. Ülkemin çocukları benim gibi olmasın diye onlara dua ediyorum…

Kaynakça

  1. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Dost / Ulusal ve Uluslararası Mevzuat Çerçevesinde Ülkemizdeki Suriyeli Sığınmacıların Hukuki Durumu / https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/213623#:~:text=S%C4%B1%C4%9F%C4%B1nmac%C4%B1lar%C4%B1n%20hukuki%20stat%C3%BCs%C3%BCne%20ili%C5%9Fkin%20en,s%C4%B1%C4%9F%C4%B1nmac%C4%B1larla%20ilgili%20ulusal%20d%C3%BCzenlemeler%20yapmaktad%C4%B1r. [Çevrimiçi] [Alıntı Tarihi: 18 06 2022.] S.D.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi C.4, S.1, Yıl 2014.
    Dipnot:
  2. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Dost / Ulusal ve Uluslararası Mevzuat Çerçevesinde Ülkemizdeki Suriyeli Sığınmacıların Hukuki Durumu / S.D.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi C.4, S.1, Yıl 2014.
  3. A.g.m S.1