Darbe ve Değişim Operasyonları Açısından 27 Mayıs
İnsanlık tarihi boyunca darbeler, kendisine daima meşru bir zemin ve ortam arar. İki yüz yıllık siyasi tarihimize baktığımız zaman âdeta bir şablon gibi tekrarlanmış askerî ve siyasi darbelere rastlarız. Bu darbelerden biri de 27 Mayıs 1960 darbesidir. Henüz belgeleri tam olarak ortaya çıkmadığı için spekülatif ve ideolojik değerlendirmeler devam etmektedir. Bu alanla ilgili olarak hatıralardan ve bazı olaylardan yola çıkarak 27 Mayıs 1960 hareketinin bağımsızlık için yapılmış bir meşru hareket olduğuna inanmak zordur. Çünkü 1950 seçimlerinden sonra ortaya çıkan gelişmeleri kronolojik olarak incelediğimiz zaman görüyoruz ki bu, başta ABD olmak üzere dönemin güçlü unsurlarının ustalıkla manipüle ettiği Türkiye’yi hizaya getirme operasyonudur.
Türkiye’nin Kalkınma Sevdası:
1960 darbesini anlamak için 14 Mayıs 1950 seçimleri ile iktidara gelen Demokrat Parti’nin izlediği kalkınma programını çok iyi bilmek gerekmektedir. Bu kalkınma planı öncelikle altyapı yatırımlarının yapılmasına dayanmaktadır. Türkiye, köy ve kent bağlantısını gerçekleştirecek ve arkasından sanayileşme için sağlıklı adım atacaktır. Bunun için de öncelikle Sovyet yayılmacılığına karşı Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması gerekmektedir. 1948’den itibaren başlayan görüşmeler sonucunda Türkiye 1952 yılında NATO’ya girmiş ve serbest piyasa ekonomisine dayalı bir liberal ekonomik yapıyı uygulamaya başlamıştır. ll. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan barış ve istikrarı da arkasına alan Demokrat Parti iktidarı, ilk dört yıl içinde altyapı yatırımlarına büyük önem vermiş ve bunda da başarılı olmuştur.
Boğaziçi’nin Kurnaz Tilkileri:
Demokrat Parti, 1954 seçimlerinden sonra büyük bir oy oranı ile yeniden seçilmiştir. NATO ve ABD’nin başı çektiği batı ülkeleri, II. Dünya Savaşı sonrası Batı Almanya, Fransa, Güney Kore, Yunanistan vb. ülkelere ekonomik yardım yapmaktadır. Bu gelişmeleri yakından takip eden hükûmet, çizdiği bir yol haritası üzerinden sanayileşmeye yönelik atılımları yapmaya karar vermiştir. Bunun için de ABD ve İngiltere’nin temsilcileri ile birlikte ekonomik yardım görüşmelerinin 1955 yılından itibaren başladığını görüyoruz.
Bu ekonomik yardım görüşmelerinin bir kısmının İstanbul’da yapıldığını da biliyoruz. Bu görüşmeler sırasında Türkiye, stratejik durumunu ve önemini belirterek hiç olmazsa Yunanistan ve Batı Almanya’ya yapılan yardımlar benzeri bir destek alarak sanayileşmeyi istediğini ifade ediyorlardı. Bu görüşmelere katılan İngiliz delegasyonunun gönderdiği bir raporda aynen: “Boğaziçi’nin kurnaz tilkileri, Türkiye’nin jeostratejik önemini şantaj vasıtası olarak kullanarak yardım sızdırmak istiyorlar.” denilmektedir. Bu iktisadi kalkınma görüşmelerini, Menderes’in gözetiminde Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın yaptığının altını çizmeliyiz.
Celal Bayar’ın ABD Ziyareti:
Türkiye’nin bu taleplerini güçlendirmek üzere Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın bir ABD gezisine çıkması da planlanmıştı. Bayar, müttefiklerden yüz yüze görüşmelerle talebimize olumlu bakılmasını sağlayacaktı. Celal Bayar bu gezisini deniz yoluyla yapmış ve ABD’de büyük törenlerle karşılanmıştır. Programda, cumhurbaşkanının ABD parlamentosunda yapacağı bir konuşma da vardı. Bu konuşma metni incelendiği zaman oldukça diplomatik bir üslupla ve titizlikle hazırlanmış çok başarılı bir metin olduğu görülmektedir. Ancak Bayar, konuşmasını yapmadan bir gün önce ABD Dışişleri Bakanlığı âdeta konuşmadaki bu taleplere cevap niteliğinde bir bildiri yayınladı.
Buna göre “ABD’nin dostlarının sanayileşmesini sağlamak gibi bir görevinin olmadığı” kibarca ifade edilmektedir. Oysa ABD, Güney Kore’ye, Türkiye’den çok daha fazla ekonomik destek sağladığı gibi sanayileşmenin altyapısını oluşturan bilgi transferini de sağlamaktadır. Celal Bayar’ın ABD gezisi böylece başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Türkiye’nin Bölgesel Güvenlik Çalışmaları:
Türkiye, NATO dışında da güvenliğini sağlamak için bazı atılımlar yapmayı planlamış ve bu çerçevede NATO’nun da görünüşte desteğini aldığı CENTO ve Bağdat Paktı girişimlerine hız vermiştir. Özellikle Bağdat Paktı, Türkiye’nin güney sınırlarının güvenliği konusunda olduğu gibi ticari ve ekonomik gelişmesinde de büyük önem taşımaktadır. Aynı zamanda Anadolu platosunun doğal uzantısı olan bölge, Türkiye için vazgeçilmez bir öneme sahiptir.
Bütün bunlar göz önünde bulundurularak Türkiye özellikle Irak’la sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkilerini geliştirmek üzere girişimlerde bulunmaya başlamıştır. Bu girişimlerinin en önemli siyasi adımı, Osmanlı hanedanından Prenses Fazıla ile Kral Faysal’ın evlenmesidir. Bu evlilik sonrası Kral Faysal yazları İstanbul’da geçirirken kışları Bağdat’ta bulunacak, böylece Irak’la Türkiye arasında sıkı bir iş birliği oluşacaktır. Aynı zamanda Bir Osmanlı subayı olarak eğitim alıp sonradan saf değiştirmiş olan Başbakan Nuri Said Paşa da İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarından öğrendiğimize göre yazları Bursa’da tatilini geçirecektir. Türkiye adına bu dostluk projesini yürüten devlet adamlarımızı tanıma fırsatım oldu.
Bu gelişmenin önemini anlayabilmek için mutlaka olaya bir Bağdatlı gözüyle Bağdat’tan bakmak gerekir. Çünkü mayıs ayından başlayarak Bağdat, cehennemi bir sıcaklık yaşar. Anadolu kıtasının doğal devamı olan Iraklı için Bursa, Yalova ve İstanbul bir cennet gibidir. Bu durum, tarihin en eski dönemlerinden beri böyledir. Bu yüzden Kral Faysal ve Nuri Said Paşa’nın bu adımları onlar için âdeta büyük bir şans olarak da görülmektedir. Aynı zamanda Irak’ın Batı ile bağlantısı Türkiye üzerinden gerçekleşebilmektedir.
Türkiye için de bu gelişme son derece önemlidir. Çünkü sanayileşmenin hammaddesi petroldür. Petrolün düzenli ve sıkıntısız bir şekilde elde edilmesi, Türkiye’nin sanayileşme çabalarına büyük bir katkıda bulunduğu gibi iki ülkenin güvenliği de sağlanmış olacaktır.
Kral Faysal’la Prenses Fazıla’nın nişanlarının yapılacağı, Prenses Fazıla’nın Bağdat’a hareket edeceği günden bir gün önce Bağdat’ta bir askerî darbe olur. Darbe, Sovyet yanlısı görünen Arap Sosyalist hareketi ağırlıklı bir darbedir. Türkiye’nin böyle bir durumda kayıtsız kalmamak üzere askerî birliklerini teyakkuza geçirdiği görülür. Bu gelişmeler, Türkiye ile ABD, dolayısıyla İngiltere arasındaki bağların diplomatik olarak büyük bir krize girmesine sebep olur. İlk diplomatik tavır ABD’den gelir ve ABD büyükelçimiz Dışişleri Bakanlığı’na çağrılır. Büyükelçi Suat Hayri Ürgüplü’nün anılarından öğrendiğimize göre ABD’nin Adnan Menderes’e iletilmek üzere bir mektubu iletilir. Ürgüplü, anılarında, ABD’nin kendisini çok takdir ettiği için mektubun açık bir metnini de vermiştir. Ürgüplü arabada bu mektubu okuduğunu söylemektedir. Mektupta: “Türkiye, Irak’a müdahale eder ve bu yüzden Sovyetlerle başı derde girerse ABD tarafsız kalacaktır.” Bu tavır, Türkiye’nin Orta Doğu’da bağımsız hareket etmesinin başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri için ne kadar büyük bir tehlike olduğunu göstermesi bakımından çok önemlidir. ABD’nin aynı şantajı 1964 Kıbrıs olayları ve 1974 Barış Harekâtı’nda da yaptığını hatırlamalıyız. Günümüz için de ABD ve Batı Avrupa ülkeleri için en büyük tehlike, Türkiye’nin Orta Doğu’da bağımsız bir dış politika izlemesidir.
1957 yılından itibaren başlayan ve gittikçe artan ekonomik sıkıntıların örtülü bir şekilde bu ülkeler tarafından yönlendirildiğini anlamak için sanırım kâhin olmaya gerek yoktur. Türkiye, çıkan ekonomik sıkıtı ve artan talepler karşısında ekonomik bir dar boğaza girer. Darbelerin değişmeyen argümanlarından biri de işte bu ekonomik dar boğazdır.
Türkiye’nin Ekonomik Açılım Çalışmaları ve Sovyetler
Türkiye’nin bu gelişmeler üzerine yeni ekonomik iş birliği imkânları araştırma çalışmalarına başladığını görüyoruz. Dışişleri Bakanlığı Ekonomik İlişkiler Genel Müdürü Semih Günver’in anılarından öğrendiğimize göre Sovyetler Birliği’nin başta ABD olmak üzere batı ülkeleri ile ekonomik ilişkileri incelenmiş ve bütün siyasi düşmanlık gösterilerine rağmen ABD’nin Sovyetler Birliği ile yoğun bir ilişki içinde olduğu görülmüştür. Verilen bilgiler üzerine Menderes, Dışişleri Bakanlığı’ndan bir Moskova ziyareti planlanmasını ister.
1957 yılıyla birlikte Ankara ve İstanbul’da öğrenci hareketlerinin başladığını da görürüz. Muhalefet de artık gittikçe sertleşmekte, muhalefetle birlikte iktidar da aynı sertlikte cevap vermektedir. Bunun doğal sonucu olarak başta İstanbul ve Ankara olmak üzere ülkede bir istikrarsızlık havası esmeye başlamıştır. Üniversite gençliği daha çok özgürlük isteği ile sokaklara dökülmüş ve iki ana tema üzerinde durulmaktadır. Bunlardan ilki, Osmanlı Devleti dönemlerinden alıştığımız, günümüzde de sık sık kullanılan “baskılar, hürriyet ve adaletin yok edildiği” iddialarıdır. İkinci gerekçe son derece ilginç bir çelişki olarak hükûmetin, Türkiye’yi bir ABD sömürgesi hâline getirdiği için “Bağımsız bir Türkiye” isteğidir. Elbette ve haklı olarak da yoğun bir pahalılık, muhalefetin ve basının gündeminden düşmemektedir.
Menderes’in İran Gezisi:
CENTO görüşmeleri için Menderes’in, İran Şahı’nın davetlisi olarak İran’a gitmesi gerekmektedir. Ancak TBMM’de ortaya çıkan tartışmalar ve Ankara’da yoğun öğrenci olayları sebebiyle Menderes, İran’a gidemez. Semih Günver’in anılarından öğrendiğimize göre İran Şahı, görüşmelerden sonra yaptığı özel bir toplantıda Menderes’in, Moskova ziyaretinden ABD’nin rahatsızlığını Fatin Rüştü Zorlu’ya ima etmiş ve Menderes’in bu geziyi yapmaması konusunda uyarmıştır. Menderes, geziyi iptal etmez ama gerçekleştiremez de çünkü 27 Mayıs 1960 ihtilali gerçekleşmiştir.
Günümüzde henüz tam anlamıyla perde gerisindeki gizli oyunların ortaya çıkmadığı bu ihtilalin bir grup aydınımız tarafından meşru bir hareket olarak değerlendirildiğini biliyoruz. Ancak şunu bilmeliyiz ki sistematik olarak dışarıdan yönlendirilen hiçbir hareket mevcut iktidarın hataları gerekçe gösterilerek devrilmesine sebep olmamalıdır. Çünkü yakın tarihimizde bu tarz darbelerin Türkiye’ye büyük zarar verdiği görülmüştür.
27 Mayıs öncesi Türkiye zaten yeni seçim hazırlıklarına girmiş, hatta seçimlerin erkene alınması hükûmetin gündemindedir. Ekonomik sıkıntılar ve gelişmeler sebebiyle de iktidarın seçimlerde değişme ihtimali de bulunmaktadır. İhtilal sonucu ayrıca “Boğaziçi’nin kurnaz tilkileri” olarak tanımlanan üç devlet adamının idamı, telafisi imkânsız büyük bir yara olmuştur.