Dünden Bugüne
Sizleri aklımda kalanlardan, gördüğüm ve yaşadıklarımdan onar yıllık dönemler hâlinde önemli gördüğüm, geçmişten günümüze iz bırakan tarihî bir yolculuğa çıkarıp günümüze getirmek istiyorum. Henüz ilkokula başlamamıştım. Bir yaz günü, annem benden küçük kız kardeşimle beraber elindeki bağlı çarşafı uzatarak “Alın şu azığı, babanıza verip gelin.” dedi. Biz, babamızın nerede olduğunu bilmiyoruz ki… Annem tarif etti: “Bizim ekinliğe giden yoldan gideceksiniz, giderken yoldan aşağıya doğru bakarak gidin, kolayca görürsünüz.” dedi. Aldık erzak çarşafını, yürüdük. Bir km kadar gittikten sonra kazma, kürek, balyoz ve yüksek seslerle konuşmaları duymuştuk. Seslerin geldiği yere doğru yöneldik. Bir süre daha yürüdükten sonra çalışanlara yaklaştıkça tanıdığımız insanları görmeye başladık; ama biz babamızı arıyorduk, onu da bir süre sonra bulduk. Babam, elinde kalın bir demir tutuyor, diğer bir kişi balyozu düzenli bir şekilde vuruyor, her vuruştan sonra demiri çeviriyor, birlikte taşı delmeye çalışıyorlardı.
Biz, biraz ürkek ve çekingen tavırla izlemeye bir süre devam ettik. Çalışan yüz kadar işçi bir taraftan kazıyor, kürekçiler de kazılan toprağı, çakılı bir tarafa atıyordu. Çalışanlar o kadar istekli çalışıyorlar ki davranışlarından ve yüzlerinden anlaşılıyordu. Bir süre bekledikten sonra düdük çaldı birisi… Çalışanlar, ellerindeki kazma ve kürekleri yavaş yavaş yere bırakmaya başladılar. Anlamıştık öğle arası yemek ve dinlenme saati olduğunu. Babam bizi yanına çağırdı, yemek getirdiğimizi anlamıştı. Oturduk beraberce. İşçiler de birkaç halka hâlinde gruplar oluşturdular. Hiç kimse tek başına oturup yemek yemedi. Gruplar hâlinde paylaşarak yediler yemeklerini; muhabbetle, gülerek, şakalaşarak… Bir süre sonra biz oradan ayrıldık. Babam, akşam eve gelince merakımızı giderecek sorularımızı sorduk tabi: Bu yol ne zaman bitecek, araba ne zaman gelecek, nereye kadar varacak vb.
Sorularımıza karşılık, “Buradaki en son köye kadar araba varabilecek. Çok şey değişecek, göreceksiniz.” dedi. Biz, oradan daha uzak yaylamıza göçmüştük. Üç ay kadar yol çalışmalarını izleyemedik. Güz mevsimi gelip tekrar geri göçtüğümüzde yol çalışmaları bizim köyü geçmiş, karşı yamaçtan komşu köye doğru ilerliyordu. Arabaları görmek için sabırsızlanıyorduk. Babam, “Bu sene bitmez bu yol, yaz gelince erken başlanırsa çabuk biter, arabalar gelmeye başlar.” diyordu. Kış boyunca yazın gelmesini, yol çalışmalarının başlamasını hayal edip durduk. Nihayet yaz geldi. Yol çalışmaları başladı haberleri gelmeye başladı. Ben artık sık sık çalışmaları izlemeye gidiyordum. Babamın taş deldiği yerde daha az işçi vardı. Çok gürültülü çalışan bir makineydi. Bir kişi, elinde bir makineyle taşı delmeye çalışıyor, tak tak sesleriyle etrafa, deldiği taşın tozunu savuruyordu. Çalışan motor ile taşı delen alet arasında uzun, siyah bir hortum vardır. Anladık ki hortumun getirdiği yüksek hava basıncı, taşın delinmesini sağlıyordu. Birkaç gün uzaktan bu makinenin çalışmasını izledim. Bir gün motor çalışmaz oldu, ses kesildi. Niçin çalışmadığını öğrenince bir hayli üzülmüştüm. Oraya nasıl getirildiğini bilmiyordum. Babama sorduğumda: “Siyah hortumun patladığını, İstanbul’dan yenisinin bir ay içinde geleceğini” söylemişti. Bekleyecek sabrımız da yok. Babam açılan deliklere dinamit koyup patlatılacağını, çalışmanın devam edeceğini söylese de ben araba görmeyi büyük bir merakla bekliyordum. Üç ay kadar çalışma alanından uzak kaldığımız için yol çalışmalarını izleyemedik. Merakımız gittikçe artıyordu. Yayla dönüşü yol açılmıştı. Araba görmek için bütün dikkatimiz yoldaydı. Nihayet bir gün yoldan bir gürültünün gittikçe bize doğru yaklaştığını duymaya başladık. Merakla yola doğru koştuk, ağır ağır ön tarafı kahverengi boyalı, kasası yeşil renkli bir aracın bizden tarafa doğru geldiğini gördük; araba bu olmalıydı. Onu artık görmüştük; biraz da korktuk tabii. Bir arabayı ilk defa görüyordum. Çok sevindim, mutluluktan uçuyordum. Acaba başka görecek miyiz! Bir süre sonra değişik renkte arabalar, nadiren de olsa cipler gelip geçiyordu. Arabayı ilk olarak beş-altı yaşlarında görmüştüm.
Bin dokuz yüz altmış dört yılı benim için yeni bir başlangıç yılıydı. Yolun son köye ulaşmasıyla artık ara sıra arabalar gelip gidiyordu. Bir kış günü babam beni okula götüreceğini, öğretmenle görüştüğünü, beni görmek istediğini söyledi. Katıra binip bir saat yolculuktan sonra okula vardık. Öğretmen, bana bazı sorular sordu; okumayı birazcık öğrenmiştim. Öğretmen, “Kalsın burada, okula başlatalım.” dedi. Çok küçüktüm. Her gün bir saat geliş, bir saat gidiş olan mesafeyi gidip gelecektim. Cesaretlendim, okula başlamalıydım, başladım da. Kış şartlarında gidip gelmek zordu; okulun bulunduğu yerde bir akrabanın yanına yerleştirildim. Hafta içi orada kalıp hafta sonları eve gidecektim. Üç hafta okula devam ettikten sonra birinci dönem bitmiş, karneler dağıtılmaya başlanmıştı. Bana karne vermedi öğretmenim. Çok üzülmüştüm. Çekingen bir üslupla, “Öğretmenim, bana karne vermeyecek misiniz?” diye sorduğumda “Sana ikinci dönemin sonunda vereceğim.” dedi. Böylece okul hayatıma başlamış oldum.
Bizim komşulardan iki çocuğu daha okula getirmişti babam, şimdi üç kişi olmuştuk. Türkiye’nin ve dünyanın genel durumu hakkında bir şey bilmiyordum. İlkbahar gelmişti. Her gün eve gidip gelmeye başlamıştık. Cumartesi günleri öğleye kadar okul vardı. Bir gün öğleden sonra eve giderken yol kenarında yaşlı bir adam öküzlerle, karasabanla tarla sürerken ayaklarında farklı bir ayakkabı görmüştüm. Onların, çarık giydiklerini de böylece görmüş oldum. Neçe sonra okul biterken karneyi aldık, bütün notlar “pekiyi”di, bu benim için sevindiriciydi.
O yaz yol çalışmaları yeniden devam ediyor, dozer ve greyderleri görüyordum. Aylar sonra bizden epeyce uzaklaşan dozer çalışmaz olmuştu. Bizim komşular yol geçecek diye yol güzergâhındaki ekinleri zamanı gelmeden, daha sararmadan hızlıca biçmişlerdi. Bizim komşuların hızlı davranmasının bir yararı olmadı. Çünkü yol açan dozer, bir daha çalışmadı. Sonradan öğrendim ki dozer bozulmuş, tamiri için Almanya’dan parça gelip tamir edilecekmiş. O yaz öylece bitmiş oldu. O günlerde devletimizin gücüyle, kısıtlı imkânlarla alabildiğimiz, tamiratını yapamadığımız bu araçlar; fazlasıyla, daha gelişmişleriyle hem şahıslarda hem de devletimizde bugün var. Bazılarını üretiyoruz, bazılarının parçalarını üretip kısa zamanda tamir ve bakımını yapıp çalıştırıyoruz. Bu, gücümüzün, gelişmekte olduğumuzun önemli bir göstergesidir.
1969-1970 eğitim öğretim yılında bir ilçe merkezine taşındık. İlkokul beşinci sınıfı ve ortaokul birinci sınıfı burada okudum. İlkokul beşinci sınıfın son aylarında ABD ve SSCB’nin Ay’a gidiş haberlerini radyodan dinleyip sabahları sınıfa anlatmak benim görevimdi. Olan gelişimleri sınıfa detaylı bir şekilde anlatırdım. Ortaokulda şapka giyme zorunluluğu vardı. Sabahları sırayla okula girerken şapkası ve kravatı olmayanlar asla okula alınmazdı. Hiç kimse elbisen, ayakkabın, gömleğin olup olmadığına bakmazdı. Ortaokulun iki ve üçüncü sınıfını, Konya’da bir akrabamızın yanında kalarak bitirmiştim. Ailem tekrar köye göçmüştü. Konya-Alanya bağlantılı bir yol açılması için çalışmaların olduğunu öğrenmiştik. Açılması bizim için çok önemliydi, yıllardır insanların günlerce yürüyerek gidip geldikleri bu güzergâhta artık arabayla gidip gelinecekti. Yol açıldı, arabalar gidip gelmeye başladılar. Bizim aile de tekrar Alanya’daki köyümüze yerleşti. Benim de lise yıllarım burada geçti. Fikir dünyamın kuruluşu, okuma zevki, okuma alışkanlığımı bu yıllarda kazandım. Yazları ve bazı akşamlar, hafta sonları harçlığımı kazanabilmek için çalışıyordum. Üniversite sınavlarına nasıl çalışılır, nasıl kazanılır, hangi bölümlerde okunursa avantajlı olunur… Bu konularda rehberlik, bilgilendirme, yardım göremedik. Öğretmenlerimize ulaşıp konuşamıyorduk bile… Nihayet sınava girdik ancak tercihlerimizin hiçbirisine yerleşemedim. Puanım birkaç okula girecek kadar vardı. İstanbul ve Ankara’da birkaç üniversiteye ön kayıt yaptırdım. Bu arada Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’ne de ön kayıt yaptırdım. Nasip orasıymış, kazandım ve kaydımı yaptırdım.
Bin dokuz yetmişli yıllar Türkiye ve dünyada olup bitenleri yavaş yavaş anlamaya, çözmeye başladığımız yıllardı. Kıbrıs çıkarmaları, sık sık değişen hükûmetler, koalisyonlar, anarşi, terör, siyasi kamplaşmalar, kurtarılmış bölgeler, paylaşılmış mahalle ve sokaklar, sağ-sol kavgaları, köyden şehirlere göç, şehirlerde şehir medeniyeti yerine gecekondu kültürü, gettolaşma, hava kirliliği, altyapı sorunları, sık sık tatil edilen, eğitim öğretim yapılamayan üniversiteler, hatta liseler… Buna rağmen bilgi, kültür bakımından okuyan, öğrenen bir gençlik ve beş bin gencin öldürülmesi, bunun vebali, ülkemizin geleceğine indirilmiş bir darbe ve kaybolmuş yıllar… En dikkat çekici yönlerden birisi de bu kötü gidişatı, her seferinde inançlı insanlara fatura etmeye çalışmak… Bunların her biri sayfalarca yazılsa zor bitirilecek konular.
Yetmiş dokuz yılının son ayları… Ankara soğuk, kar, buz, sular akmıyor, su şebekesi donmuş… Kömür yok, kaloriferler yanmıyor, ısınmak zor. Çay, şeker, yağ, pirinç vb. temel ihtiyaçlar kısıtlı… Mutfak tüpleri cadde kenarlarında zincire bağlanarak sıralanmış değişim bekliyor, bir türlü sıra gelmiyor. Daha fazla fiyata, arka kapıdan dolusunu alıyorsunuz. Bir öğrenci evinde on kadar piknik tüpü oluyor, her şey ederinden fazla fiyata satılıyor, tabii o da bulabilirsen! Altı yedi maaşa aldığımız siyah beyaz ekran televizyonumuz sabah saat 7.00’de bayrak töreni ve İstiklal Marşı’yla açılıp aynı usulle saat 24.00’te kapanıyor. TRT televizyonunda haberlerde ne söyleniyorsa inanıyoruz, doğru kabul ediyoruz. Her gün otuz kırk gencin öldürüldüğü, arada bir tanınmış bir yazarın, siyasi kişinin öldürüldüğü haberini dinliyoruz. Ankara’da yaşamak gitgide zorlaşıyor. Okuldan yeni mezun olmuş biri olarak Alanya’ya atamamı yaptırıp bir an önce Ankara’dan ayrılma hayalindeydim. Nihayet hayalim gerçekleşmişti. Ankara’dan ayrıldım ve Alanya’da göreve başladım. Aradan birkaç ay geçti 12 Eylül askerî darbesi, sıkı yönetim, çok sıkı askerî denetim ve kazasız belasız benim yeni hayatım…
12 Eylül darbesini bütün etkisiyle yaşıyorduk. Birçok insanın tutuklandığını, sorgulandığını, yolunu bulanların yurt dışına kaçtığını, silahların sustuğunu, gençlerin artık öldürülmez olduğunu, köyde kasabada kimde silah varsa toplandığını duyduk ve gördük. Babam ilkokulda üç yıl okumuş; her gün gazete, kitap ve Kur’an-ı Kerim’den bir cüz okurdu. Yolda kalanlar, çeşitli kişilik ve kimlikli insanlar sık sık yatılı misafir oluyordu. Babam bunlardan şüphelenip benim kitaplardan bin kadarını yok etmiş, -haberim birkaç yıl sonra oldu- çuvallara doldurup bir yere kuyu kazıp gömmüş. Yerini ve niçin sakladığını bana hiçbir zaman söylemedi.
Artık darbe yönetiminin sona geldiğini, Anayasa’nın halkoylamasına sunulacak duruma geldiğini, 1982 Anayasası’nın yüksek bir oy oranıyla kabul edildiğini ve seçimin yapılması zamanının geldiğini dillendirmeye başladı herkes. Kurulan partilerin bazıları sakıncalı bulunup kapatılıyor, bazılarının kurucu, yönetici ya da adayları veto ediliyordu. Bu şartlar altında tüm zorlamalara, hatta Darbe Konsey Başkanı’nın bizzat “bunlara oy vermeyin” uyarılarını radyo, televizyon haberlerinde duyurmalarına rağmen seçim yapılmış, hiç istemedikleri Turgut Özal, halkın büyük teveccühüyle seçimleri kazanmıştı. Sıra, hükûmetin kurulmasına gelmişti. İsmen tanıdığımız kişilerden bazılarının da yer aldığı Bakanlar Kurulu oluşmuş, Meclis’ten güvenoyunu alarak hükûmet kurulmuştu.
Kurulan hükûmet birçok değişiklikler yaptı. Müthiş ve planlı bir iftira, karalama kampanyası yürütülerek Özal yıpratılmaya çalışılmıştı. Bu dönemde köylere kadar elektrik, su, telefon yatırımları yapılmış, renkli ve özel televizyonlara açılma imkânı verilmişti. Doksanlı yıllarda Türk insanının gözü açılmış, ufku genişlemişti. O yılların en önemli olaylarından birisi insanımızın dünyayı tanımaya başlamasıdır. Televizyon sayesinde… Yine siyasi serbestlik ve cezalı siyasetçilerin halkoylamasıyla affedilmesi önemliydi. Başka bir gelişme, SSCB’nin dağılması dünyada yeni değişikliklere sebep oldu.
Doksanlı yıllar: Faili meçhul cinayetler…
Terör olaylarının hızla artması, önemli gazeteci, yazar, bilim insanları, siyasetçilerin şüpheli ölümleri… Her olayın arkasından dindar halka saldırılar, laiklik yanlısı, şeriat karşıtı sloganlar ve toplumu kamplaştırma, bölme çabaları… Yüksek enflasyon, devalüasyon, TL’nin değer kaybetmesi, sabit gelirlilerin alım gücünün düşmesi, koalisyon hükûmetleri ve 28 Şubat 1997’de başlayan karmaşık darbe süreci…
Yine bu süreçte dindar insanlara tüm hareket alanlarında baskı, başörtüsü mücadelesi, birtakım oyunlarla bazı siyasilerin cezalandırılması, toplumun tüm millî ve manevi değerlerini yok etme, karalama, suçlama ve yasaklama yoluyla sosyolojik yapının bozulması için tüm girişimlerin zalimce yapılması, devletin kasasının ve bankaların boşaltılması unutulmaz ve ülkemizin karanlığa gömülmeye çalışılması çabalarının bizzat yerli iş birlikçilerle yürütülmesi…
Nihayet 2022 Kasım’ında yapılan seçimle, halkın 28 Şubatçıları tarihe gömmesi önemli dönüm noktalarındandır. İki binli yıllarda 28 Şubat sürecinin baskısını ve etkisini silmek kolay olmadı. O yıllarda yetişen gençlerin çocukları bugün öğrenim çağındaki gençler… Hiçbir değer taşımayan, fırsatçı, sorumsuz, hak-hukuk, haram-helal bilmeyen, çalışmaktan hoşlanmayan, sevgi ve saygısı çıkara dayalı, aile kavramını özümsemeyen gençlik oranının bir hayli yüksek olduğunu görüyoruz. Sosyolojik yapımızın bozulması, ahlaki bozulma çok ciddi bir sorun olarak önümüze çıkmaktadır.
Günümüze geldikçe; teknoloji, bilişim ve iletişim, savunma sanayii, eğitim, sağlık, ulaşım, üretim, ihracat, zaman zaman bozulsa da ekonomi alanlarındaki gelişmeler ve ilk uzay yolculuğumuz… Tüm bu gelişmeleri hazmedemeyen iç ve dış mihrakların 2007 Muhtırası, 2013 Gezi Olayları, 2016 FETÖ darbe girişiminin yok edilmesi başarıyla bertaraf edilmiştir. Bu olayların her biri tarihe birer dönüm noktası olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti bugün son yüz yılın en güçlü dönemini yaşamakta. Daha da güçlenmek için devletimiz ile milletimiz el ele vererek, varlığımızı sürdürme gayretini gösterme inancında olmalıyız.