Dünya Gözüyle Sezai Karakoç
Henüz lise yıllarımda Sezai Karakoç’un kitaplarıyla tanışmış ve okumaya başlamıştım. Diriliş Neslinin Amentüsü, Samanyolunda Ziyafet, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü ve nereden elime geçtiyse Mona Rosa’nın bir daktilo nüshası elimdeydi. Edebiyat Yazılarının ilk kitabı da, altını çize çize okuduklarım arasındaydı. Diriliş Neslinin Amentüsü, “Kendimin, bir diriliş eri olduğunu düşünüyorum.” gibi bir cümleyle açılıyordu. Bu ifade, beni ve benim gibi pek çok kişiyi belki de bir cephenin içine çekiyordu. Cephe diyorum çünkü Karakoç, burada cephe kelimesini kullanıyor ve kendisinin de o cephede bir “savaş adamı” olduğunu söylüyordu.
Karakoç’un zihniyet savaşı dediği bu savaş, Hz. Âdem’le başlıyor ve son inanan insana kadar sürecek olan bir zamanı kapsıyordu. Diriliş ise, bu zihin – medeniyet savaşının bayraklaşan ve Karakoç’a has olan ifadesi olarak karşımıza çıkıyordu. Dolayısıyla Karakoç’un herhangi bir şiiriyle ya da herhangi bir metniyle karşılaştığınızda, onu okuduğunuzda siz de kendinizi ister istemez bir “cephe”nin içinde hissediyordunuz. En azından bende bu hep öyle oldu.
Bir gün yanıma birkaç Karakoç kitabı alarak yola çıktım. Çıktım diyorum ama öncesinde sağdan soldan, okuduklarımızdan kafamıza boca edilen onca Karakoç imajını da yanıma alarak… Karakoç’un fotoğraf çektirmemesi, yanına gelip “Üstat sizi ziyarete geldik.” diyen birine, “Burası türbe mi de beni ziyarete geldiniz?” deyip kapıyı suratına kapatması gibi pek çok hikâyeyle yani… Yanıma aldığım kitaplardan birinden adresi teyit ederek, Derin Han, No: 8’e geldim. Heyecanlıydım. Hatta oldukça heyecanlıydım. Bu heyecan sadece Karakoç’la ilgili kafamdakilerle alakalı değildi. Türkçenin yeryüzündeki en büyük temsilcilerinden, aynı şehri aynı zamanı paylaştığımız büyük Türk şairiyle karşılaşacak olmanın, onu dünya gözüyle görmenin heyecanıydı aynı zamanda. Zile bastım. Kısa bir süre sonra kapı açıldı ve Sezai Karakoç karşımdaydı. Bunu hiç beklemiyordum aslında. Kapıyı birinin açmasını ve niye geldiğimi sormasını, Karakoç’u görememeyi filan daha ihtimal dâhilinde buluyordum sanırım. O an ne dedik, nasıl oldu bilmiyorum ama Karakoç’un masasının karşısında oturduğumu hatırlıyorum. Karakoç’un kalın gözlükleri ardından bazen göz göze geldiğimizi ve bir sessizlik olduğunu da… Odada başka birilerinin olmaması büyük talihsizlikti o an benim için. Sonra edebiyat okumayı istediğimi vesaire söyledim. Konu nasıl açıldı pek hatırlamıyorum ama bu diyalogdan aldığım cesaretle “Efendim!” diye söze başladım ve Karakoç’a, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü kitabını okuduğumu ve strüktür kelimesinin ne demek olduğunu bilmediğimi, sözlükte de bulamadığımı söyledim. Evimdeki sözlüğe bakmıştım ama muhtemelen ya sözlük yeterli bir sözlük değildi ya da benim gözümden kaçmıştı.
Bana, benim sol yanıma ve Karakoç’un karşı tarafına düşen kitaplıktan sekiz on ciltlik bir sözlüğün ilgili cildini eliyle gösterdi. Nasıl aklımda kaldıysa ve zihnim beni yanıltmıyorsa bir sözlüğün yedinci cildiydi. Onu aldım ve Karakoç’un önüne koydum. Bana sayfa sayfa açtırdı. Önce “-S” harfini bulduk beraber. Sonra “-St” derken kelimeyi bulduk. Ben okudum. Kelime Fransızca asıllıydı. Sonra Karakoç, bir lise öğrencisi olan bana uzun uzun anlattı. Ara ara bana neden bu kadar anlattığını, o büyük Türk şairinin neden beni bu kadar önemsediğini ne yalan söyleyeyim şaşırarak ve memnuniyetle kendimi daha önemli biri gibi hissederek düşünüyordum.
O gün benim için ilginç bir şey daha oldu. Karakoç’un, Gün Doğmadan şiir kitabını kendisinden satın aldım. Kitabı, Diriliş Yayınları’nın kataloğu diyebileceğimiz ve karşısında fiyatların yazılı olduğu bir kâğıttan fiyatına bakarak ve oradan alındığı için indirimi de liste fiyatından düşerek beraber hesapladık. Sanırım kitabın parasını, çekinerek masanın üzerine bırakmıştım. Aynı gün üstat, gelen bir telefonu açmış ve kitap almak istiyorlarsa başka bir yolun olmadığını, posta çekiyle ödeme yapabileceklerini anlatıyordu karşı tarafa. Konuşmadan, kitap almak isteyen karşı tarafın kurumsal bir yer olduğunu ve kitapların parasını banka yoluyla havale etmek istediklerini anlamıştım. Sakince ve tane tane aynı şeyleri tekrar etti ve sonra konuşma bitti.
Bu ilk karşılaşmadan sonra Diriliş Yayınları’na gitmeye devam ettim. Zaman zaman kitaplardan iyice daralmış olan koridordan geçip çay demlemişliğim vardır yayınevinde. Bu gidişlerimde, benim ilk gelişimdeki gibi gelip benim hissettiklerimi hisseden insanları gördüğümde, kendimi haddim olmayarak ev sahibi gibi hissettiğimi de itiraf etmeliyim. Zaman zaman da üstadın karşısında, “konu”yu çok yanlış anlamış kişilerin bir şey anlatmaya çalışması karşısında çok sıkıldığımı ve o büyük Türk Şairi Sezai Karakoç’un buna neden katlandığını düşünürdüm. Sanki lise öğrencisiyken gelip kendisine “strüktür” kelimesinin anlamını soran ben değilmişim gibi…
O günlerde yayınevinde, Mustafa Kirenci abi olurdu. Üstadın yanındaydı. Mustafa Abi’yi ilk defa Diriliş Yayınları’nda görmüş, tanışmıştık. Kendisiyle sohbet ederdik. Belki de istifade ederdik diye düzeltmeliyim cümlemi. Ben, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nü kazanınca bana Diriliş Dergisi’nin pek çok sayısını hediye etmişti. Bu dergiler arasında İsmet Özel’in, Amentü şiirinin yayınlandığı 1974 yılına ait sayı da mevcuttu.
Sezai Karakoç, 16 Kasım 2021’de vefat ettiğinde yaşadığım en temel duygu üzgünlüktü. Bir yakınımızın vefatından duyulan üzgünlük gibi. Karakoç’un Fındıkzade’deki evinin önünde toplanan kalabalıkta insanlar, birbirlerine sarılıp gözyaşları içerisinde “Başımız sağ olsun.” diyorlardı. Herkes cenaze sahibiydi o gün. Yakın bir arkadaşım aradığında önce açmayı düşünmemiştim. Etrafım kalabalıktı çünkü. Edebiyatla çok ilgilisi olmayan arkadaşımın telefonunu açtığımda “Başın sağ olsun.” diye taziyesini dile getirince anladım ki Sezai Karakoç, bu ülkedeki herkesin omuzlarındaydı o gün. Şehzadebaşı avlusundaki on binlerin ve tüm Türkiye’nin…