Şimdi yükleniyor

Dünya Sürgününden Vuslatın Başkentine

85 vedat meral

Dünya Sürgününden Vuslatın Başkentine

Fikirleri ve şiirleri ile gönül dünyamızı aydınlatan, ufkumuzu genişleten, 20. yüzyılda yaşamış, Türk şiirinin son büyük ustası Ahmet Sezai Karakoç, “Uzatma dünya sürgünümü benim…” diyerek seslendiği en yüce özlemi olan Allah’a, 88 yaşında vuslat etti. Onu, yaşadığı devrin “Mevlânâ’sı, Şeyh Galip’i, Yunus Emre’si” yani son dervişi olarak tasavvur eden şairler, Sezai Bey’in ömrünün hiçbir döneminde dünya nimetlerine tamah etmediğini, inançlı, akıl ve kalp gözü açık, maneviyatı yüksek bir şahsiyet olduğunu dile getirirler.
Tüm edebî ve fikrî yaşamını “Diriliş Nesli” diye telaffuz ettiği gençliğin yetişmesine adayan mütefekkir Sezai Bey, gerek şiirleri, düşünce yazıları gerekse yeni nesillere rehber olma özelliğiyle hafızlarda yeri her zaman taze kalacak bir isim. Yakın arkadaşlarından Cemal Süreya’nın, ‘’Öyle bir Müslüman ki, Marx da bilir, Nietzsche de bilir, Salvador Dali de sever, Nazım da okur…” ifadesiyle anlattığı, hocası Necip Fazıl Kısakürek’in, “Hazreti İsa gibi…’’ sözüyle tanımladığı, Ece Ayhan’ın ‘’Sivil şiirin en iyi şairlerinden…’’ diyerek övdüğü Karakoç’un, kuşkusuz geride bıraktığı en büyük mirası ise örnek bir hayat ve fikirleri oldu.


Karakoç’un “Diriliş” Kavramı, Yazarlık ve Siyasi Yaşamı


Sezai Karakoç, 1960’dan başlayarak vefatına kadar uzanan yazarlık hayatında çalışmalarını, şiirlerini ve sohbetlerinde dile getirdiği tüm fikirlerini, yüksek medeniyetimizin yeniden dirilişine hizmet etmek maksadıyla daha geniş kitlelere ulaştırmak için çabalamıştır. Herhangi bir siyasi gelecek kaygısına kapılmadan Batılılaşmanın aksine tamamen kendi ruh ve medeniyetine dayanarak ortaya koyduğu düşüncelerini, sıradan bir entelektüel ya da yazar edasıyla değil; bilge, sanatkâr ve ilminin ehli kişiliğiyle anlatmıştır.


Kaleme aldığı yazılarını ve şiirlerini, “Diriliş” düşüncesi olarak ifade ettiği fikir üzerine inşa eden Karakoç, bu kavramı neden tercih ettiğini şu ifadeleriyle açıklamıştır: “Basubadelmevt’in karşılığı olarak ölümden sonra dirilme anlamında ‘Diriliş’i bulmuştum. Tabii ki sadece metafizik anlamda değil, tarihi-sosyolojik anlamda da kullanıyordum. Diriliş tezi, birçok açıdan ele alınan İslam’ı, tarih ve medeniyet perspektifinden açıklıkla ortaya koyma çalışmasıdır. İslam medeniyetinin yeniden yolunu arama denemesidir.” Bu anlamda “Diriliş” kavramının, bir bakıma İslamcılık düşüncesinde önemli bir yere sahip olan canlandırmak ve diriltmek anlamlarına gelen ihya kavramıyla da ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan Karakoç’a göre insanlığın dirilişi anlamına gelecek yeni atılım, Doğu değerlerinin yeniden gündeme gelmesiyle gerçekleşecektir.1 Dolayısıyla Karakoç’un 1960-1971 yılları arasında dönemsel sayılar hâlinde çıkardığı Diriliş Dergisi’nin ve yine onun 1990 yılında kurduğu Diriliş Partisi’nin isim olarak çok fazla anlam ifade ettiğini belirtmekte fayda var. Karakoç, yerli düşünce ve edebiyatının en önemli yayımlarından biri olarak ifade edilen Diriliş dergisini, düzenli olarak 1974’ten itibaren 18 sayı hâlinde yayımladı ve 1976’dan sonra söz konusu dergiyi gazeteye dönüştürdü. 1977-78, 1980 ve 1983 yıllarında da faal olan Diriliş, son olarak da 1987-1993 yılları arasında haftalık olarak yayın hayatına devam etti.


Sezai Karakoç’un, “Edebiyat Yazıları” üst başlığını taşıyan üç ayrı da kitabı vardır. Hacimce sınırlı ancak taşıdığı anlam bakımından zengin ve yoğun olan bu eserler, yazarın sanat ve edebiyat hakkındaki görüşlerinin en öz ve derli toplu biçimde verildiği kitaplar olarak dikkat çeker. Edebiyat Yazıları’nda; Sezai Karakoç’un sanata hangi anlamları yüklediği, bir fenomen olarak onu nasıl tanımladığı, edebiyata olan bakış açısı ve medeniyetlerin harmanlandığı evrensel kültürel zemini ele alışı gibi pek çok temel husus cevabını bulur. İlki 1982’de, ikincisi 1986’da ve üçüncüsü 1996’da basılmış olan kitaplar, sanatkârın fikirlerinin perçinlenişini göstermesi ve edebî-estetik yönden birbirini pekiştirmesi bakımından da dikkate değerdir.2 Karakoç, ayrıca Büyük Doğu, Hisar, Akpınar, Dernek, Düşünen Adam ve A dergileri ile Yeni İstanbul, Sabah ve Millî Gazete’de yazılar kaleme almıştır.


Karakoç, kitapları ve yazıları nedeniyle yıllarca süren yargılanmalara da maruz kaldı. İslam’ın Dirilişi adlı kitabı nedeniyle 1967’den 1974’e kadar mahkûmiyetle yargılanan Sezai Bey, dava sonucunda bir yıl hapis ve bir yıl da sürgün cezasına çarptırıldı. Yazılarından dolayı altı ay hapis cezası alan Karakoç’un bu cezası paraya çevrilip tecil edildi. 1974 yılında çıkartılan genel af ile de bu davalar düşmüş oldu.


Sezai Karakoç, 26 Mart 1990’da kurduğu Diriliş Partisi ile de farklı bir mecrada yaşamına yeni bir sayfa açtı. Karakoç, 1997 yılında Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla partisinin kapatılışına kadar genel başkan olarak siyasi hayatına devam etti. Üst üste iki dönem seçimlere katılamadığı için kapatılmak durumunda kalan Karakoç’un partisi, 2007’nin Nisan ayında bu defa Yüce Diriliş Partisi adıyla yeniden siyaset arenasına çıkmıştır. Günümüzde hâlâ aktif bir şekilde faaliyetlerine devam eden parti, her ne kadar fazla destekçisi olmasa da Karakoç’a göre bayrağı devralacak kişi büyük bir başarı sağlayacak ve önemli bir ilerleme kaydedecektir.


Mona Roza’nın Şairini
Büyük Yapan Neydi?


Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller…

                *********

Belki de ismini dahi bilmeyenlerin muhakkak dinlediği yahut hikâyesini işittiği o Mona Roza şiirinin yazarıdır Sezai Karakoç. Türk şiirinde son dönemin en usta kalemi olarak ifade edilen Karakoç, yalnızca şairlikle yetinmemiştir. O, hem bir şair hem bir düşünür hem bir siyasetçi hem de bir yayıncı olarak yaşamını sürdürmüştür. Onu, birçok yönünün aksine yukarıda belirttiğimiz gibi tanımayanların dahi Mona Roza şiirine muhakkak kulak verdiğini söylememiz yanlış olmaz. Ancak şu gerçeği ifade etmekte fayda var ki, o da, Mona Roza şiirinin onun en büyük şiiri değil, ilk büyük şiiri olduğu gerçeğidir.


Karakoç’u özellikle büyük kılan nedenlerden biri de şiirde tabu olarak görülen anlayışları yıkmasından ileri gelmektedir. Nitekim O’nun, hocası Necip Fazıl’ın şiirlerinde kullandığı “hece” düşüncesini terk edip serbest nazıma dönerek İslamcı şiire yeni bir yön vermesi, muhafazakârlar nezdinde âdeta bir devrime yol açmış ve kabul görmüştür. Nitekim daha önceleri serbest nazımı “Batı taklitçiliği” diyerek reddeden muhafazakârlar, bu karşı duruştan Karakoç ile tamamen vazgeçmişlerdir. Dolayısıyla onun bu denli yüksek bir etkiye sahip olması, günümüz neslinin, şiir popülaritesi bakımından kendisinden bile önde olan en yakın arkadaşlarının övgüsünü almasını sağlamıştır. Karakoç, şairlik yanının düşünürlüğünün önüne geçmesinden yakınsa da, mesela yakın arkadaşı Cemal Süreya, onun için “sıkışmış, sıkıştırılmış deha” ifadelerini kullanmakta ve düşünür yönünü yüceltmektedir.


Bu kısımda sonuç olarak şunu ifade etmeliyiz ki, bazı önemli şahsiyetlerin ölümünden sonra anlaşılan kıymetinden ziyade Karakoç’un, hayatta iken hem edebiyatımızda hem de ülkemiz nezdinde fikirleri ve kişiliğiyle büyük bir insan oluşunun farkına varılması önemlidir. Nitekim bunun ispatı da, hakkında onlarca makale yazılması, kitaplar kaleme alınması ve adına uluslararası düzeyde sempozyumlar düzenlenmesidir.


Doğru Bilinen Yanlış!


Anlatılanlara göre 1956 yılında Necip Fazıl Kısakürek, ekonomik sıkıntılarından dolayı bankalardan bir miktar kredi alır. Bu krediyi alabilmek için de o dönemde memur olan Karakoç’tan kendisine kefil olmasını ister. Bu isteği geri çevirmeyen Karakoç, bankadan alınacak kredi için Kısakürek’e kefil olmayı kabul eder. Aradan uzun bir süre geçtikten sonra hocasının bu borcu ödediğini zanneder. Fakat Karakoç’un adresine, bankadan, borcun ödenmesi yönünde uyarılar gelmeye başlar. Karakoç ise bu borcu ödeyecek maddi güce sahip değildir. Bunun üzerine Kısakürek’e durumu bildiren mektuplar yazar. Ancak mektuplarına, hocasından herhangi bir karşılık gelmeyince ne yapacağını şaşırır. Karakoç’un içinde bulunduğu durumu öğrenen yaşlı anne ve babası, Ergani’den taşınırken sattıkları ev eşyasının parasından ellerinde kalanı oğullarına verirler. Karakoç ise bu parayı maaşlarına ekleyerek borcu kapatır.


Anılarında yukarıda bahsi geçen bu olaya değinen Sezai Karakoç, Necip Fazıl’ın kendisinden hiçbir zaman borç para istemediğini, sadece birkaç defa banka kefaletinin söz konusu olduğunu belirtmiştir. Karakoç, yakın arkadaşı Cemal Süreya’nın, “kulaktan dolma bilgilerle” bu kefalet meselesini iyice abartarak senaryolar yazmasından şikâyet eder. Bu iki yakın arkadaş, dünya görüşleri farklı olsa da aynı edebiyat mahfillerinde bulunmuşlardır. Ancak Karakoç, bir anısında, bu yakınlık ve dostluğun tek taraflı olduğunu ve geç fark ettiğini ifade etmiştir.


Cemal Süreya’nın 99 Yüz adlı kitabını inceleyen okur, Karakoç’un şikâyetçi olduğu ithamlarla karşılaşır. Kitabın “Sezai Karakoç” bahsinde şair, hakkında “en ilkelle en modern arasında durur” ifadesini kullandığı Karakoç’un “bir hilesini”, müthiş bir keşif yapmış gibi şu şekilde açıklar: “1950’li yıllarda bir hilesini yakalamıştım. Necip Fazıl, kendisinden borç ister; o da her seferinde cebindeki parayı son kuruşuna kadar verirdi. Sonunda kendisi aç kalırdı. Buna bir çare düşündü. Marmara Kıraathanesi’ne giderken, özellikle de aybaşlarında yanında daha az para taşıyordu. …Sanırım, Karakoç’un hayatındaki tek oyun budur. Başka bir yerde de yazmıştım, üniversite yıllarında burslarını kırdırıp üstada verirdi.” Cemal Süreya, kitabının “Mehmet Şevket Eygi” bahsinde, Necip Fazıl hakkındaki suçlayıcı tavrını sürdürür ve iddiasını tekrarlar: “Necip Fazıl’ın, genç dostlarını besleme çantası görme gibi bir hastalığı vardı. Sözgelimi Sezai Karakoç’un burslarına, Maliye Müfettişliği Yardımcısı’yken de yevmiyelerine tatlı bir biçimde el koyardı.” Özetle Cemal Süreya, Karakoç’un devletten aldığı bursları ve maaşları istemeyerek de olsa Necip Fazıl’a vermek zorunda kaldığını, bu güçlükten kurtulabilmek için “bir hile yaparak” maaşının yarısı kadar bir parayı cebinde taşıdığını savunmaktadır. Karakoç’a göre Cemal Süreya’nın bu anıları, “yozlaştırılmış, çarpıtılmış, yamru yumru hâle getirilmiş”, “suçlama biçimine sokulmuş” iddialardan ibarettir. Tüm bu bahsi geçen anlatılar bir arada değerlendirildiğinde, tamamının abartmalardan ileri geldiği anlaşılmaktadır.


Şair, bu bağlamda 17 Kasım 1989 tarihli hâtırasında yukarıda yer alan iddiaları mesnetsiz olarak değerlendirir. Kısakürek’in kendi maaşına dokunmadığına, zaten aldığı maaşı aybaşında çeşitli masraflar için kullandığına işaret eder. Üstelik Marmara Kıraathanesi, Kadıköy’de ikamet eden üstadın uğrak mekânlarından biri değildir. Karakoç, aşağıdaki pasajda, eski arkadaşının oyunlarına gelmemeleri için okurlarını uyarma ihtiyacını hisseder: “Aç kalıp bursumu vermek ya da sonra maaşımı elimden alan Necip Fazıl’dan yarısını kurtarmak gibi saçma ve uydurma senaryoların aslı esası yoktur. Belki de bu kez, siz okurlarım sukutuhayale uğrayıp ‘Ya demek bu tür fedakârlıklarınız yokmuş.’ diyeceksiniz. Zaten Cemal’in de bana bunları yazdırarak sizleri vardırmak istediği nokta budur. Çok zeki olan fakat ne yazık ki samimiyet ve hüsnüniyetten zaman zaman böylesine uzaklaşan Cemal’in oyunlarına gelmemek gerekir. Cemal, bu yazılarda muhal ve akıl almaz fazilet ve saflıkları bana izafe ederek, benim bunları yalanlamamı sağlamak ve böylece bu kez de benim hiçbir fedakârlığımın bulunmadığı izlenimini verdirmek kurnazlığı peşindedir. Bütün bunlar boş çabalardır.”3 Burada sonuç itibarıyla Karakoç, bu anlatıların abartıdan ibaret olduğunu belirterek reddetmesine rağmen, üstün gelen yine Cemal Süreya olmuştur. Bunun sebebi ise bahsi geçen bu olayların edebiyat çevrelerinde öteden beri gerçekten yaşanmış gibi bir hikâye edasıyla kulaktan kulağa anlatılagelmesi ve işitenlerin ise bunlara inanmış olmasıdır. Tıpkı hikâyesi bakımından Mona Roza şiirinin farklı rivayetlere dayandırılmış olması gibi!


Dipnotlar:

  1. Şahin, Serdar, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesinin Postkolonyal Teori Çerçevesinde İncelenmesi: Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç’un Dergi Yazıları Örneği, Doktora Tezi, İstanbul Medeniyet Üniversitesi, İstanbul: 2021, s. 109-110.
  2. Turna, Murat, “Sezai Karakoç’un Edebiyat Yazıları”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 49/49 (2014), s. 216.
  3. Sürgit, Büşra, Sezai Karakoç’un Hatıraları Işığında Necip Fazıl Kısakürek Portresine Çerçeve Arayışı, Türk Dili Ve Edebiyatı Dergisi, Cilt/Sayı: XLVIII. s. 184-185-186.