Esaretin Bedeli mi? Esaretin Değeri mi?
Mehmet Teğmen’in alnından dökülen kanla karışık terler, çatışmanın şiddeti, topçu rampalarından patlayan bombalar, şarapnel parçaları ve yaşanan o cenk meydanının tüm sıcaklığı, kapkara geceyi aydınlatıyordu. Şehit düşen yüzlerce şühedanın mübarek naaşları ve gökten kayan yıldızların arasında Mehmet Teğmen, yılgın ve şehadeti özleyen gözlerle postası Ali Efe’ye dönerek, “Cephanemiz ne kadar kaldı Ali’m?” dedi. Bu esnada kalan cephaneyi sırtlanan alayın postacısı Ali de, tıpkı Mehmet Teğmen gibi bitap düşmüştü. Yaralı elleriyle son mühimmatı taşımaya gayret ederlerken, birdenbire bir top güllesi daha yanlarına düştü. Düşen bu son top, bu iki askerin cenk meydanında gördükleri son tablo idi. Üzerinden kaç saat ya da kaç hafta geçtiğini hatırlamadan gözlerini bir hastanede açtılar. Mehmet Teğmen’in ilk gördüğü sahne, Rusça konuşan bir hemşirenin serumu değiştirmesi idi. Şehadeti gözlerken, esarete düştüğünü anlaması zor olmadı ve bu durum yaralarından daha çok canını yakmıştı.
İçinde yüzlerce esir yaralının sedyelerde dizili vaziyette olduğu, etrafta kan ve barut kokuları ile inleme seslerinin birbirine karıştığı bir hastane koğuşunda günler ayları kovalarken, taburcu olan askerlerle geçen konuşmalarda esaretin bedeli olarak Krasnoyarsk Esir Kampı’nın adı artık duyulur olmuştu. Kampa giderken elleri zincirli, bir sıra hâlinde trenlerle sevk edilen bir yığın Osmanlı Askeri… Vücudundaki sargıların iyileşmeye ve kırılan kemiklerinin kaynamaya başladığını hisseden Mehmet Teğmen’in zihninde ve ruhunda bu esaretle ilgili endişeleri dayanılmaz olmuştu. Çünkü Türk, ekmeksiz susuz yaşar hürriyetsiz yaşayamazdı. Türk’ün ruhuna en ağır gelen şey esarettir. Ama ne var ki vatan için, millet için, bayrak için, din ve Kur’an için parça parça edilmeye bile razı olan, şehadete gülerek koşmaya hazır olan Mehmet Teğmen, yine bu aziz millet ve imanı için esarete de katlanmalıydı.
Nihayet 8 kişilik, cezaevi koğuşlarından bozma ve 7 teğmenin bir arada yattığı odaya girdi.
“Selamun aleyküm ey Osmanlı askerleri!”
Koğuşta yatar vaziyette olan diğer esirler doğrularak, Mehmet Teğmen’in yüzüne üzüntüyle karışık bir şaşkınlık ile bakıyorlardı.
“Ve aleyküm selam yiğidim…” sesleri arasında sıcak bir karşılama oluşmuştu o soğuk koğuşta. Artık buz gibi kış mevsiminin bitmesiyle bahçede yürürken, aralarında savaşın seyri, geri dönünce yapmak istedikleri, memleketleri ve aileleri hakkında konuşmalar başlamıştı.
Mehmet Teğmen ve nice askerlerimizin, alay ve garnizon komutanlarımızın esir düştüğü 1915’ten 1918 sonlarına kadar süren, dört yıla yakın devam eden “Esir Kampı” günleri böyle başlamıştı. Buradaki askerlerin bu esir kampına kadar olan güzergâhları Tiflis, Bakü, Mahaçkale, Rostov, Samara ve İrbit üzerinden Krasnoyarsk Esir Kampı’na kadar uzanıyordu. Diğer esirlerle İrbit´te kaldıklarında, kentin kalabalıklaşması ve Tatarların fazlalaşması nedeniyle Krasnoyarsk’taki, Voyenni Gorodok Esirler Garnizonu’na getiriliyorlardı. Yaklaşık 4000’e yakın esirin tutulduğu bu kamp, aynı zamanda esir düşen Avusturya, Macar, Alman ve Türk subay ve askerlerle doluydu. Türk’ün her zorlu şarttan bir kazanım ile çıkma kabiliyeti ve zekâsı, bu kozmopolit kampta, sanatsal-kültürel kaynaşma vesilesiyle, Avrupalı esirlerden de bazı şeyleri öğrenmeye sevk etmişti.
200 Türk, 200 Alman 3600 Avusturyalı esirin bulunduğu ve her bir ulusa mensup esirlerin birer dükkânlarının olduğu Krasnoyarsk Esir Kampı’nda, pek tabi Osmanlı askerleri de bir dükkân açmıştı bile. Hatta imkân bulan bazı subaylar “Vâveylâ” adında bir dergi çıkarmaya gayret etmişti. Birbirlerine karşı bağlılıklarını perçinlemek ve esaretin ruhlarında verdiği ıstırabı dindirmek için bir ses olacaktı bu dergi. Nasıl ki “Vâveylâ” kelimesi güncel ağızda çığlık ve haykırış kelimelerine karşılık gelmektedir, Vâveylâ mecmuası da, şehadet için çıkılan bir yolda, esarete giriftar olan ve zincir vurulamayan o yüce ruhların bir haykırışı, bir çığlığı, bir megafonu olmuştur. Aynı zamanda Alman, Avusturyalı ve Macar esirlerin yaptıkları tiyatro, dergi gibi aktiviteler de “Vâveylâ Dergisi” için yazacakları yazılar ve kullanacakları bilgi ve resimler için ilham kaynağı olmuştu.
Zeki bir Macar Yahudi’si; Fransız, İngiliz, Rus, Türk, Arap, Alman ve Esperanto dillerinde konferanslar verirken; bizim gençlerden esaretinin ikinci yılında Almanca ve Rusça konferanslar verenlerin sayısı dört-beşi bulmuştu. Teğmen ve üsteğmenlerden Almanca öğrenmeyen de kalmamıştı. 28. Fırka Sıhhiye Bölüğü Komutanı Ziya Bey, bir yılda Almancayı öğrenip, firarına kadar da bir çocuk kitabı tercümesini yarılamıştı. 29. Fırka Komutanı Arif Bey, orada öğrendiği Almanca ve Rusçadan 3-4 eseri Türkçeye çevirmişti. Hatta sanata ilgi duyan Osmanlı subayları, tiyatro dahi yapmışlardı. Almanlar Faust’u oynarken, bizimkiler de Hüseyin Rahmi Gürpınar´ın Mürebbiyesini oynamış, müzik kursunda notayı öğrenmiş, hatta birkaç defa da musiki konseri vermişlerdi. Dergilerinde, kamp hayatını anlatan yazılarda; yabancı dil, yüksek atlama, sırıkla atlama, atletizm, demirden eksen dönme, uzun atlama, futbol konuları yer almaktadır. Hatta yüksekokul diplomasına sahip olmak için sınava hazırlandıklarından ve ders çalıştıklarından söz ederler. Mühendislik, boyacılık, ziraat, bağcılık, meyvecilik, hububatçılık, koyunculuk, atçılık, arıcılık, tavukçuluk ve sabunculuk derslerine katıldığını anlatırlar.
Ancak sonraları kıtlık dönemi yaşanır, bu durum kampın içine de yansır ve her şey pahalanır. Almanya, Avusturya ve Macaristan Kızılhaç heyetleri gelip esir subaylara borç para dağıtırlar. Bizim Kızılay Cemiyeti de 15-20 paket sigaradan başka bir şey yardımda bulunmaz. Elbette Rusların ihtilali sonrası kaçma yolları belirginleştikçe, ana vatana dönme iştiyakı şiddetlenmiştir. Ancak sefalet içinde kalan askerimizin hâlleri geri dönüş yolunda onları çok üzmüştür.
Nihayet, ihtilalle yönetimi devralan Rusların Bolşevik Hükûmeti’ndeki Kızılhaç doktorları aracılığı ile harp malulü olanların ayrılması konusunda izin alınır. Her ordugâhtan 1.000 kişinin ayrılması kararlaştırılır. Bunlar, doktorların kendileri için bir hastalık belirttiği kişiler arasından seçilir ve her milletin mevcudu oranında esir ayırılması kararlaştırılır. Bu kişiler; ilk esir olanlardan, yaşlılardan, yüksek rütbelilerden seçilir ve bir kısmı da doktorların kendileri için bir hastalık uydurduğu kişilerdir. Bu nedenle 200 Alman, 200 Türk, 600 Avusturyalı ve Macarlardan oluşan 1.000 kişinin listesi Ruslara verilir. Türk esirlerin muayenelerini de Türk doktorları yapıp, 28. Fırka Sıhhiye Bölüğü Komutanı Ziya Yergök Bey’e de “Chute de Rectume” raporu verilir. Her şeyi planlayıp mutfak vagonu, aşçı ve erzak vagonları, eczane ve tıp aletleri vagonu ile doktorlar vagonu olmak üzere toplam 44 vagon ve bir de beş kişilik Rus muhafızları için ayrılmış vagon olmak üzere Krasnoyarsk ordugâhından ayrılırlar.
Bu arada ayrılan Türk esirler, kalan Türk esir arkadaşlarına:
“Allah’a ısmarladık, merak etmeyin inşallah yakında siz de bu saadete kavuşursunuz!” derken, onlardan:
“Size uğurlar olsun. Şüphesiz yakında biz de bu saadeti tadacağız. Vatana, vatandaşlara çok selam.” yanıtını alırlar. Hüzünlü vedalaşma sahneleri, Osmanlı askerlerinin tren vagonlarından el sallamaları ve kalanların yüzündeki giden arkadaşları adına sevinç ifadeleri ile ayrılmaktan gelen üzüntü gözyaşları, tarih perdesine kazınır.
Elbette Türk askerlerinin esaretleri, vatana kavuşana kadar, hiç hesapta olmayan farklı farklı durumlara, hâllere, şekillere ve renklere bürünmüştür. Zira Rus Bolşevik İhtilali’nin sancıları da başlamıştı. 70.000 kişilik Çek ordusu, Avusturya Hükûmeti’ne ihanet ederek Rus saflarına geçmişti. Rus ordusunun dağılması ve Brest Litovsk Antlaşması’nın imzalanması sonrasında Almanlar, Çek ordusunun da teslim edilmesini isteyince Bolşevikler, devrimin yol açtığı karışıklıkta bunlara söz geçiremeyeceklerini belirtmişti. Çekler ise teslim edilmek şöyle dursun “Biz, Alman ve Avusturyalılarla harp edeceğiz, İngiliz ve Fransızlarla beraberiz.” demişlerdi.
Rusların yanıtı ise, “Biz Almanya, Avusturya ve müttefikleriyle sulh yaptığımız için bizim mülkümüzde harp edemezsiniz. Başka yerde harp edin. Bizim yurdumuzu terk edin!” olmuştu.
Bunun üzerine Çekler, “Pekâlâ, bize izin verin; Sibirya, Vladivostok, Büyük Okyanus, Amerika üzerinden Avrupa’ya, Fransa’ya gidip Almanlarla harp edelim.” diye bir öneride bulundular.
İşte bu hesapsız ve öngörülemez süreçler neticesinde, Çek ordusunun bu şekilde harbe girmesi, savaşın bir yıl süreceği ve savaş sona erer düşüncesiyle Almanlar da onay verdi. Çekler; asker, silah ve malzemeleriyle yola çıktı. Her tren komutanına bulunduğu şehri ve hükûmeti ele geçirmesi emredilince de, esir vagonlarının bulunduğu Vladivostok’a gelen Çekler, maalesef askerlerimizin esir vagonlarına da el koydu. Böylece 5 Mayıs 1918 günü, esir vagonundaki tüm esirler de tutuklandı.
Ardından tren yeniden hareket etse de, Tihomirova adlı küçük bir köy istasyonunda yeniden tutuklandılar. Dört gün sonra tren gerisin geriye hareket ederek, doğu yerine kuzeye, Novosibirsk’e, Novonikolayevski’den sonra ise doğuya değil, kuzeye, Tomsk şehrine götürüldü. Türk askerler 10 gün kadar trenin etrafında kaldı.
Bu yolculuğun ilginç bir tarafı da şöyle tezahür etti. O bölgede yaşayan aslı Osmanlı Türk’ü olan Tatarlar, Ramazan iftarı vaktine denk gelen zaman diliminde 200 kadar Türk esiri, akşam vaktinde, evlerinde hazırladıkları iftar sofralarında yemeğe götürdüler. Askerlerimiz, Anadolu’da şahit olmadığı yeni teknoloji ve sanayi ürünü olan elektrikle aydınlatılmayı da ilk defa orada gördüler.
Ancak esaretten kurtulma ümidiyle yanıp tutuşan Osmanlı askerlerinin de bulunduğu 1000 kişilik bu esir topluluğunun alıkonma durumu yeni gelişmelere gebeydi.
Alman ve Avusturyalı esir subayların “Bizi bırakın!” taleplerine Rus makamlarından harp malulü olduklarına olumsuz yanıt gelince, bu kez Avrupalı esirler Ruslara: “Bizi burada rutubetli yerlerde öldüreceksiniz. Yavaş yavaş ölmektense hepimizi kurşuna dizin kurtulalım. Öldürmeyecekseniz harp malulü olduğumuz için insanca davranıp vatanımıza gönderin. Biz de yeniden harbe girecek güç yoktur. Bu insanlığı göstermezseniz en azından yeniden Krasnoyarsk’a geri gönderin.” gibi isteklerde bulundular.
İşte bu kampa dönüşle beraber esirler 1918 Eylül’ünde yeniden Krasnoyarsk’a getirilip burada tutulunca, artık Osmanlı esir subay ve askerlerinin müstakil kaçma hazırlıkları başlar. Çünkü bu yorucu süreçte yiyecek darlığından zayıf düşüp hastalananlar ve ölenler olmuştu. Bunların içinde maalesef Türk zabit ve neferler de vardı. Her ne kadar yaşadıkları esaret içinde nispi bir özgürlükleri olsa da, Türk milletinin damarlarında irsiyet bulan “Ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam!” mefkûresi ve inancı bu kamptan kaçmak için yeni planları devreye sokmaktaydı.
Bütün bu serüvende yaşanılan acı hâlleri, savaştan sonra ülkesine dönme gayreti içinde olan tüm askerlerde görmek mümkündü. Ve nitekim ekim ayının sonlarında artık yavaş yavaş imkân bulabilen Türk zabitleri, değişik güzergâhlar üzerinden 1918 sonlarına doğru ana vatana dönmeye başladılar.
Bu süreç, Türk esirler için; yaşadıkları kamp hayatında karşılaştıkları insanlarla ve meşgalelerle, hatta kendi imkânları ile çıkarmış oldukları “101 sayılık Vâveylâ Dergisi” ile zaman zaman kendi içinde kazanımları da olan bir dönem olmuştur. Filmlere konu olabilecek bu dönem; sadece Krasnoyarsk Esir Kampı’nda bulunan Osmanlı subaylarının ve askerlerinin hafızalarına değil, büyük kısmını Türk milletinin yazdığı tarih denilen perdeye de kalın çizgiler ile kazınmıştır.
Günümüz şartlarında ve geniş imkânlarda dahi bir mecmua, dergi çıkarmanın ve devamlılık sağlamanın ne kadar güç olduğunu konunun ehli olanlar takdir edecektir. İşte o esaret altında kıt imkânlar ve şartlar altında bir dergi çıkarmak ve bahusus 101 sayı boyunca devam ettirmek ancak ve ancak Türk kanına sahip kişilere nasip olacak olağanüstü bir durumdur, bir çığlıktır, tembel nesile bir haykırıştır. Bir millet ki; esarette dahi değer kazanmış, esarete dahi değer katmıştır. Ne mutlu o ecdada, ne mutlu o neslin yolundan yürüyebilenlere. Aziz ruhları için el Fatiha…