GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE MÜZECİLİK
Varlığın izlerini saklayıp toplamak ve sergilemek suretiyle insana bilgi ve öğrenme alanı sunan müzeler, kültürel ve sosyal hayat anlayışına olan katkıları ile vazgeçilmezdirler. Ayrıca dünya üzerinde değişik coğrafyalarda tarihsel süreç içerisinde kurulmuş tüm medeniyetler hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlayan ve buradan hareketle geleceğe yapacağımız yatırımlara ışık tutan bir köprü vazifesi görürler.
Koleksiyoner aileler ile başlayan günümüz müzecilik serüveni çok daha eskilere, Neolitik dönemden başlayarak Roma, Antik Yunan gibi tarihsel hafızada hazine birikimi ve korunması olarak varlığını oluşturduğu gözlenmektedir. Yine Orta Çağ’da dinî kalıntılar ve savaşlar yoluyla elde edilen ganimetlerin korunup sergilenmesi, müzecilik anlamında atılan adımlardır. Rönesans ile gelişen fikrî hürriyet ve mülkiyet düşüncesi ile kültüre ait birikim oluşturma ve belli bir mekânda onu sergileme düşüncesi gelişme göstermiştir.
Önceleri Merak Kabineleri olarak ortaya çıkan bu mekânlar, ilk olarak Fransa, İtalya gibi ülkelerde karşımıza çıkar. Zamanla günümüzdeki galerilere dönüşen bu ortamlar, 16. yüzyılda bitki türleri, eczacılık, mineraller, çeşitli anatomik çalışmalar, özel ilgi alanları gibi pek çok konuda bilgi ve doküman birikimi kişiler ve aileler nezdinde kapalı kalmışken; 17. yüzyılda artık bu koleksiyoner aileler, birikimlerini üniversite gibi kurumlarla paylaşmaya başlamasıyla, günümüz müzeciliğin temeli atılmış olur. 18. yüzyılda ise bu süreç; saraylar, krallar ve kraliçeler tarafından desteklenir hâle gelmiştir.
Ülkemizde bu süreç, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra imparatorluğun genişleyen sınırları içerisinde kıymetli eserlerin korunması ve imparatorluk sınırları içerisinde muhafaza edilmesi düşüncesiyle temel bulmuştur. Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi (1864) ile eski eserlerin korunması ilk kez yasalaştırılmıştır. 1869 tarihli Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi’nden önce, eski eserlerin hukuki durumları fıkıh esaslarına göre düzenlenmiştir. Bunun yanı sıra 1858 tarihli Ceza Kanunnamesi’nde ve Emir-Namelerde konuya ilişkin düzenlemeler göze çarpmaktadır. Ancak tüm bu düzenlemeler yeterli olmamıştır.
Fıkıh kitapları eski eserlerden ancak taşınabilir eşya ya da kişiye ait mülk olarak bahsetmiştir. Taşınmaz eski eserler ise, ya vakıflara ya özel kişilere veya devlete (mirî mallar) aittir. Sahipsiz araziler, eğer ihya yoluyla iktisap edilmemişse, herkesin faydalanmasına açıktır. Devlet ve özel kişiler sahip oldukları taşınmaz eski eserler üzerinde her türlü tasarrufa sahiptir. Sahipsiz arazi üzerinde bulunan ve kimseye ait olmayan taşınmaz eski eserler de rahatça sökülüp tahrip edilebilirdi. Bu nedenle vakıf malları, diğerlerine göre, vakfın imkânları çerçevesinde daha iyi korunabilmişlerdir.
Sonrasında çeşitli değişiklikler, tarihsel süreç içerisinde olsa da, Cumhuriyet döneminde de eski eserlerin korunması yasalarla sabit kaldı. Bugün 1983’te yürürlüğe giren 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu hâlen yürürlüktedir. Bu kanun kapsamında ülkemizin millî varlığı olarak bulunan ve korunan eserlerin yurt dışına kaçırılması ve zarara uğratılması suçtur ve cezaya tabidir.
Anadolu, kültür birikimi olarak dünyanın pek çok yerine göre çok şanslı bir coğrafya olduğundan, taşınmaz ören yerleri ve arkeolojik alanlar ile sermayesi kıyaslanamaz ölçüde büyüktür. Zira günümüzde, Mezopotamya ve Orta Doğu coğrafyasında savaşlarda ilk tahrip edilen miras, o bölgenin arkeolojik alanları ve müzeleri olmakla birlikte tarih hafızasıdır. Bu bilinçle sermayemizi korumak, çok önemli bir millî vazife olarak her yurttaşın görevidir. Bu yüzdendir ki ülkemizde müzeciliğe artan ilgi her gün katlanarak artmakta, modern müzecilik gün geçtikçe daha çok gelişmektedir. Günümüzde dört yüzden fazla müze, ülkemizde faaliyetini sürdürmektedir.
Gelişmiş ülkelerdeki müzelerle yarışan özel ve devlet müzelerimiz, son yıllarda adından sıkça bahsettirir oldular. Sabancı ve Troya Müzeleri buna örnek olarak verilebilir. Burada, bu popülerlikte çağın gereklerine ayak uydurma, dijital ve sanal platformları mekâna taşıma ve elbette interaktif bir sergileme alanı yaratma kapasitesi çok önemli bir rol oynamaktadır. Bu anlamda geleneksel sergileme alanlarının modernize edilerek tüm coğrafyamızdaki müzelerimizde uygulanması herkesin temennisidir.
Eğitimin en önemli parçalarından birini oluşturan ve sürekli bir yaşam boyu öğrenme alanı olarak müzeler, sanat ve tarih eğitiminin en gerekli bileşeni olarak yer alır. Bu önem günümüzde Millî Eğitim Bakanlığı’mız tarafından da kavranır olmuş, müfredatımızda ilgili konular ve üniteler konulmuştur. Konu ile ilgili öğretmen eğitimleri de, hizmet içi eğitimlerle verilmektedir.
Diğer yandan kültür turizmi açısından ülkemize gelen turist sayısı oldukça yüksektir. Görkemli bir geçmişe sahip olan devletimizin hem dinî hem arkeolojik birikimi emsali olmayan eserler ile doludur. Bizim bir Anadolu köyümüzde hâlen daha ne olduğu bilinmeyip kıymet verilmeyen bir kalıntı, dünyanın uzak ucundaki bir bilim insanının araştırmasına ışık tutabilecek kıymettedir. Bu yüzdendir ki zamanında kıymeti bilinememiş, bunun sonucunda da kaçakçılık yolu ile yurt dışına kaçırılmış Avrupa’da sergilenen yüzlerce Anadolu menşeli eser ülkemize geri dönebilmeli ve bu konuda eğitemediğimiz yurttaş kalmamalıdır.