İslam Âlemini, Türk Milleti Liderliğinde, İfrat ve Tefritten Vikaye ve İstikamet Hududunda Muhafaza Eden Zat: İmam-ı Mâtürîdî
Hani Türk milleti olarak dilimize pelesenk olmuş “Her şeyin aşırısı zarardır.” diye bir söz vardır. İşte bu söz, milletçe her hususta (aşağı ya da yukarıya doğru) aşırılıktan, yani her şeyin ifrat ya da tefritinden uzak durmanın ehemmiyetine ne kadar özen gösterdiğimizin delilidir. Türk milleti, her şeyde hattı vasatı muhafaza etmeye çalışmış, istikameti terk etmemenin en önemli unsuru olarak ifrat ve tefritten kaçınmayı görmüştür. O yüzden bu hususta dikkat ve teenniyi her daim taze tutmak adına mükerreren “Her şeyin aşırısı zarardır.” sözünü gerek eğitim, gerek inanç, gerek sosyal, gerek aile, gerek siyasi platformlarda söyleyegelmiştir. Evet, hatt-ı vasatiyi muhafaza etmek, her alanda istikameti muhafaza etmektir. İstikamette kalmak ise; Allah’ın emri olan Sırât-ı Müstakîmde kalmak demektir. Aslında Sırât-ı Müstakîmde kalmak, sadece Müslümanların değil tüm insanlığın yegâne gayesi olmalıdır. Esasen şöyle kabaca bir düşünüldüğünde dünya üzerindeki tüm kaos, katliam, karmaşa, savaşlar ve şiddet bazı ve/veya bir kısım insanların haddi aşmaları, vasattan, istikametten şaşmaları ve aşırıya kaçmaları neticesinde olmuyor mu?
Evet, her şeyin bir ideal kıvamı, uyar bir ölçüsü ve mutedil bir derecesi vardır. O kıvamdan aşılmaması, o ölçüden taşılmaması durumuyla; nizam, intizam, adalet, barış ve sükûnet tesis olur. Bu ideal kıvama, vasat denir. Sırât-ı Müstakîm denilen istikametli olmak; şecaat, cesaret, kahramanlık, iffet, hakkaniyet ve hikmetin mezcedilmesi ile meydana gelen ölçü ve adalete işarettir. Keşmekeşlik, değişim ve felaketlere maruz kalan ve nihayetsiz ihtiyacı bulunan insan bedeninde, iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç tasarım, kabiliyet ve program dercedilmiştir. Bunların birincisi, menfaatleri elde etmek için verilen hayvani bir içgüdü gibi düşünülebilecek olan şehvettir. İkincisi, zararlı şeyleri def için verilen, hiddet ve gadaptır. Üçüncüsü, zarar ve menfaati, iyi ve kötüyü birbirinden ayırabilmesi için verilen akıl melekesidir.
İnsandaki bu üç ana program, tasarı ve kabiliyete, sosyal düzeni iğfal etmemesi ve taşkınlıklara sebep olmaması için Allah, Kuran-ı Kerim’de hukuksal ölçüler belirlemişse de, yaratılışça bir hudut konulmamıştır. Bu yüzden bu kuvvetlerin her birisi; ifrat, tefrit, vasat olarak üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, şehvetin tefrit mertebesine humud denir. Ne helale ve ne de harama talebi, iştihası yoktur. İfrat derecesi de fücurdur. Malları gasp edecek, namusları ve ırzları ayakaltına alacak kadar ileri gider. Vasat derecesi ise iffettir. Yani kendisine helal olanlara isteği ve şehveti vardır, haram olana yoktur. Burada şunu da belirtmekte fayda var ki, şehvet kuvvesi sadece cinsel arzuyu temsil etmeyip; yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi birçok fer’isi vardır ve hepsinde mezkûr üç mertebe mevcuttur.
Yine gadap ve hiddetin tefrit derecesi ürkekliktir. Yani korkulmayan şeylerden bile korkar. Haksızlığa karşı tutum ve duruş sergilemekten çekinir. İfrat derecesine tehevvür denir. Yani ne maddi ne manevi hiçbir şeyden, hatta sonsuz kudret sahibi olan Yaratıcı’dan da çekinmez, âdeta şeytanlaşır. Bütün istibdatlar, diktatörlükler, zulümler bu mertebeden hâsıl olmuştur. Vasat mertebesine de şecaat denir. İnancının, milletinin, vatanının, ailesinin, kendisinin hukuku ve hakkı için canını feda eder, şehadete yürür ancak meşru olmayan hiçbir iş için de çaba sarf etmez. Tüm yiğitlik, kahramanlık, cesaret vakıaları insandaki gadap kuvâsının istikametli mertebesinin mahsulüdür. Hakeza bu gadap kabiliyetinin de birçok füruatı olmakla birlikte her birisinde bu üç mertebenin yeri mevcuttur.
Ve keza akıl kuvâsının tefrit olan derecesine gabavet denmiştir. Yani hiçbir şeyden haberi olmaz, idrak etmez bir durumdadır, gabidir. İfrat mertebesi ise cerbezedir. Yani hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâyla iş yapar. Laf cambazlığı, akıl oyunları ile hakikati gizler; batılı hakikat kadar ikna edici hâlde izah ederek insanları dalalete sevk eder. Akıl kuvâsının vasat düzeyine ise hikmet denir. Hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder.
Şunu tekrar hatırlatmakta fayda vardır ki, bu kuvânın şu üç mertebeye ayrılması gibi diğer unsurları da o üç mertebeye tabidir. Mesela fiillerin yaratılışı meselesinde Cebriye mezhebi ifrattır. İnsanı âdeta bütün fiillerinden, tercihlerinden, cüzi iradeden, kespten bile mahrum eder. Yalancı bir tevekkül adı altında tamamen bir tembellik çukuruna düşer ve nizam-ı âleme muhalefet ile Sırât-ı Müstakîmden çıkar. Mutezile mezhebi ise tefrittir. Sözde Allah’ı kabîh ve kötü fiillerden teberrî etmek adına, bütün yetki ve tesiri insanda toplar. Aklı nakle tercih ederek hattı vasatı aşar, Sırât-ı Müstakîmden çıkar. Hatta Allah’ı ve ayetlerini bilen bir kişi, kendi iradesi ile büyük günah işlerse imansız olur diyerek ehli imanı yeise mahkûm etmeyi irtikâp eder. Ehli Sünnet mezhebi ise vasat olandır. Çünkü bu mezhep ortadadır, ifrat ve tefritten vikâyedir. Yani o fiilleri başlangıçta insanın cüzi iradesine verir, insanın yaptığı fiillerin sorumluluğundan kaçıp, mesuliyeti kadere ve dolayısıyla Allah’a atmasına mani olur. Fiillerin nihayetini ise külli iradeye bağlayarak; insanın böbürlenmesine, kendisinin yaratıcı kudret sahibi olduğunu düşünüp sapmasının önüne geçer. Der ki; haddini bil, sen aciz bir mahlûksun, elinde yalnız cüzi bir irade vardır. Fiillerini tercih eden, akıl ve izanın ile talep eden sensin. Ancak hiçbir şeyi yaratacak kuvvete de malik değilsin. Kendi aldığın nefesinin bile tasarruf ve idaresine hâkim olamadığın hâlde, nasıl olur da onca yüksek icraat ve fiile sahip çıkarsın?
Ve keza itikatta da yok saymak, Allah’ın sıfatlarını kabul etmemek, inkâr etmek ifrattır; Yunan mitolojisi gibi teşbih etmek, benzerler üretmek, farklı farklı Tanrılar türetmek tefrittir; vasat olan, istikamet ve hak olan ise tevhittir.
Özetleyecek olursak, mezkûr dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü hakkaniyet ve adalettir. Sırât-ı Müstakîmden maksat, işte o üç derecedir. Her alanda bu üç hak mertebe olan Sırât-ı Müstakîme en mükemmel şekilde irtikâp ve riayet eden de Hz. Muhammed Mustafa’dır.
İşte Müslüman-Türk ulusunun, İslamiyet’in mihengi olan Sırât-ı Müstakîm hususunda bu kadar hassas olması ve her daim aşırılıktan uzak durulmasına dair sosyal muhabbetlerinde dahi birbirine telkinatta bulunması, elbette tesadüf değildir ve ciddi bir gelenek ve öğretinin eseridir.
İşte bu öğretinin ve geleneğin başlıca mimarı ve Türk milletinin itikattaki mezhep imamı olan Mâtürîdî Hazretleridir. İmam-ı Mâtürîdî, İmam-ı Â’zam Ebû Hanîfe’nin vefatının ardından, ilmî ve îtikâdî meselelerde olgunlaşan fikirlerini, İmam-ı Â’zam Ebû Hanîfe’nin izinden takip ederken, amel cihetiyle izaha muhtaç bir husus kalmadığını idrak etmiştir. Bundan dolayı Türkler ve İslam âleminde muhtemel tehlike olan ifrat ve tefritlerle Ehl-i Sünnet itikadını terk eğilimi gösteren Mu’tezile ve Cebriye gibi bazı mezheplere karşı muknî ve istikametli eserler meydana getirmiştir.
Bu itibarla İmam-ı Â’zam’dan sonra İslam dünyasında etkisi fark edilen sapık fikir ve telakkilerin, ehli şirk ve bid’a tabir olunan ve dinin ruhuna, aslına, esasına ve felsefesine aykırı fikriyata mani olmak için Allah’ı ve ahiret yurdunu, Resûlullah ve sahabelerin iman ve yaşayışının doğru aktarılmasını engelleyecek yolların önüne set çekilmesi için İmam-ı Mâtürîdî Hazretlerinin beyan ettiği esaslar çok önemlidir.
Gerek İslamiyet’i kabul eden Semerkand merkezli Türk toplumunda gerekse Türklerle iş birliği içinde olan diğer Müslüman milletlerde derin izleri ve tesirleri vukua gelmiştir. İmam-ı Mâtürîdî, Türk milletinin itikadını ifrat ve tefritten vikâye etmiş, iman çerçevesinden taşmamasını sağlamıştır. Dolayısıyla hak din İslam’ın asrımıza kadar hurafelerden mahfuz kalıp, aslını muhafaza ederek taşınmasında büyük rol oynamıştır. Zira İslam dininin bayraktarlığını asırlar boyunca Türk milleti yapmıştır. Eğer bu milletin itikadında bir sapma olsa idi, doğrudan doğruya yeryüzündeki İslam inancının bozulması kaçınılmaz olurdu.
İmam-ı Mâtürîdî’nin izah ettiği mevzuların derinliğini anlamak için eserlerini tetkik etmenin gerektiği aşikârdır. İtikat mezheplerini, Ehl-i Sünnet fikriyatını, Kur’an ve Sünnet perspektifinden merkeze alan ve koruyan, menfi, zararlı itikat tartışmalarında, avamın zihinlerini bulandırmadan izah ve tavzih usulleri beyan etmekle kalmamış, havassa ve entelektüel ulema sınıfına da hitap etmiştir. Türkçe ve Farsça tabirleri olan eserleri de talebelerine kaynak teşkil ederek, Mâtürîdîlik itikat mezhebinin sınırlarını çizmiş, istikametli düşüncelerin ümmete ulaşmasında bir pusula görevi görmüştür.
Mâtürîdî’nin eserlerindeki dil ve üslup ise, bu eserlerin ana dili Arapça olmayan bir müellifin kaleminden çıktığını kanıtlar niteliktedir. Onun teliflerinde kullandığı dilin girift ve zor olduğu eski kaynaklarda ifade edildiği gibi (Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, s. 3; Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-uṣûl, s. 3; Şerḥu’t-Teʾvîlât, vr. 1b) günümüze kadar gelen eserleri de bu hususu açıkça göstermektedir. Öte yandan eserlerindeki birçok cümlenin kuruluşuna, bilhassa bazı fiillerin bağlaçlarına bakıldığında Arapça gramere aykırılığı yanında, Türkçe gramere uygunluğu görülmektedir. Gerek dil ve üslup özellikleri gerekse yaşadığı Semerkant ve çevresinin Türklerin çoğunlukta bulunduğu bir bölge olması durumu göz önüne alındığında, O’nun Türk asıllı olduğunu söylemek mümkündür.
Türk-İslam medeniyetinin îtikâdî mihenk taşlarını yerleştiren; İmam-ı Mâtürîdî, Ahmet Yesevî, Horasan Erenleri gibi İ’lâ-yi Kelimetullah davasına hizmet eden milyonlar, mücahit Türk ordularının temiz ruhunda Kur’an yolunda cihad etmeye vazifedar bir millet olma inancını aşılamıştır. Asır be asır bu aziz milleti muvaffak kılan da hep bu ruh olmuştur. İşte bu ilmî, dinî, tasavvufi ve ahlaki ruh; tüm cazibesiyle ve hakkaniyetiyle, İslam dünyasında ehl-i sünnet ve’l-cemâat tabir olunan isabetli ve istikametli bir inanç disiplinini tesis etmiştir.
Bizler, Horasan ve Semerkant’tan yürüyen kutlu bir milletin evlatları olarak; İslamiyet nurunun, asırlardan asırlara devam etmesini sağlayan, daima Kur’an ve hadisten muktebes ve mülhem esasları, en temiz ve berrak şekilde bizlere ulaştıran Mâtürîdî Hazretlerini minnet ve şükranla yâd ederek, aziz hatıraları önünde saygıyla ve mehabetle eğiliyoruz. Aziz ve yüce olan Allâhü Zülcelâl Hazretleri’nden itikatta mezhep imamımız Mâtürîdî Hazretleri’nin yolu olan Sırât-ı Müstakîmin kıyamete kadar baki kalmasını niyaz ediyoruz.