İSYAN AHLAKINDAN İSLAM AHLAKINA
İnsanoğlu bakar kör,
vicdanlar ise alabildiğine sağır.
Adına “ahir zaman” dediğimiz kokuşmuş bir çağda yaşıyoruz. Rol modellerimiz, geçmişle kıyasladığımızda, çok değişmiş. Bazı hain odaklar toplumu dizayn etmek için gecesini gündüzüne katıyor. Neticede sundukları yanlış modellerle gençliği zehirliyorlar.
Günümüzde hoşgörü tatile çıkmış; sevgiyi sorarsan firarda. İnsanoğlu bakar kör, vicdanlar ise alabildiğine sağır. Amaca ulaşmak için ahlaka aykırı da olsa, her türlü araç hoş görülüyor. Yani makyavelizm baş tacı ediliyor. Hayata hâkim kılmak istedikleri değerler manzumesi bize çok yabancı. Nereye baksan çürümüşlük; tuttuğun her şey eline geliyor.
Toplumun bu tanınmaz, berbat görüntüsü ahlak kavramını akıllara getiriyor. Bilenler bilir; ahlak sözünün kökü “halk” ve “huluk” kelimelerinden gelmektedir. Ahlak, bir toplum içinde yaşayan kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve test edilmiş, onaylanmış kurallardır. İyi nitelikler ve güzel huylar ahlak çerçevesi içerisinde değerlendirilir.
Ahlak kelimesinin sözlük anlamı “yaratılıştan gelen” demektir. Rabbimiz bütün fıtratları ahlak üzere inşa etmiştir. Bu da gösteriyor ki ahlak, biz insanların fıtratında var olan ulvi bir değerdir. Bu anlamda, iyiyi kötüden ayıran bir çeşit idrak süzgecidir. Bu süzgecin ince deliklerinden geçen değerler iyi, üstünde kalanlar ise kötüdür. Fakat zaman içerisinde kötülüğe meyilli olan fıtratlar, ahlaki değerlerin üzerinden bir buldozer misali geçerek onları tuz buz etmiştir. Fıtratlara dışarıdan müdahale edilerek zihinler âdeta zehirlenmiştir.
Ahlak, hayatın merkezinde yer alır; toplumu iyiye ve güzel olana doğru yönlendirir. Toplumlar ahlak düzeyleriyle sağlıklı bir yapıya kavuşurlar. Bizde ahlakın sınırları naslarla ve törelerle çizilmiştir. Bizde ahlak, dinin temeli sayılmıştır. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” diye buyuran Hz. Peygamber’e tabi olmak, ahlaklı yaşamanın ön şartıdır. Onun getirdiği külli kaidelere uyanlar, ahlaki kemale erişirler.
Batı (me)deniyetlerinde ahlak kelimesinin yerine “moral” ve “etik” sözcükleri kullanılmaktadır. Batı’nın ahlak anlayışı ne yazık ki görecelidir. Kendilerine karşı yapılan olumsuzlukların birini bin gösterirler; ama doğu toplumlarına karşı yapılan kötülüklerin binini bir gösterirler veya kale bile almazlar. Yani Batılıların empati kültürü yoktur. Günümüz gençliği de Batı’nın cenderesine mahkûm edildiği için gittikçe bencilleşmekte ve duyarsızlaşmaktadırlar. Bu da vicdanların paslanıp körelmesine zemin hazırlamaktadır.
“Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete…”
Başta genç nesillerimiz olmak üzere günümüz insanı, “Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete…” durumunu yaşamaktadır. Anadolu kapılarını İslam’a açan Sultan Alparslan’ın ve Bizans’ın başkenti İstanbul’u 21 gibi genç bir yaşta fethederek “İslâmbol”a çeviren Sultan Fatih’in torunlarından oluşan bu cemiyet nereye gidiyor? Oturup bir muhasebe yaptınız mı?
Yozlaşma mevcut yapının bozulmasıdır. Buna argo tabirle “soysuzlaşma” da diyebiliriz. Batı’da bunun karşılığı dejenerasyondur. Doğu kültüründe bunu “tereddi” kavramıyla karşılayabiliriz. Fakat bütün karşılıklar o bozulmanın ve kokuşmanın habercisidir.
Günümüzün toplumsal hastalıklarının başında gelen ahlaki yozlaşma, inançlarla yaşantıların uyuşmamasından kaynaklanmaktadır. Zira imanla ahlak, birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. İnancımız odur ki ahlaksız iman olamayacağı gibi imansız da ahlak olamaz.
Günümüzde içki, kumar, fuhuş, sefahat, ahlaksızlık gırla gidiyor. Peygamberimizin “bütün kötülüklerin anası” olarak nitelendirdiği içki, her geçen gün daha da yayılıyor. İçkiye, sigaraya ve uyuşturucuya başlama yaşı her geçen gün düşüyor. İçki ve uyuşturucu, vicdanları da cüzdanları da boşaltıyor. İçki ve uyuşturucu, aklı devre dışı bırakarak gözleri kör, kulakları ve vicdanları sağır ediyor. Vicdanlar körelince de duyarsız varlıklar sarıyor dört bir yanımızı.
Günümüzde hainlerin, iman ve ahlak karşıtlarının en büyük hedefi güçlü bir yapıya sahip olan Türk aile geleneğidir. Evlilik müessesesini ortadan kaldırıp günübirlik ilişkileri yaymak isteyenler, flört denen illeti başımıza musallat ettiler. Gönül eğlendirmek ve gönül hoşnutluğu üzerine kurulan ilişkiler, Türk aile yapısına en büyük darbeyi vuruyor. Flört, gençler arasında her geçen gün daha da yaygınlaşıyor. Yazılı ve görsel basın vasıtalarının çoğu, flörtü güzel gösterip yaygınlaştırma propagandası yapıyor. Dizilerde örnek diye sunulan hayatlar gençliği zehirliyor. Üstelik bunlar modern hayatın cilveleri olarak sunuluyor bizlere. Kendileri gibi düşünmeyenleri gerici, yobaz gibi sıfatlarla tavsif ediyorlar. Sözün bu noktasında Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in şu anlamlı ve isabetli beyti geliyor akıllara:
“Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;
Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.”
Basiret nazarlarını körelten fuhuş, modern hayatın enstrümanlarından biri olmuş. Kimin kiminle çıktığı belli değil. Flört, evliliğin mahremiyetlerini yerle bir etmiş durumdadır. Nefislerin alabildiğine semirtildiği çağımızda bir kısım ensest ilişkiler, kutsalları yerle bir etmiştir ne yazık ki. Oysa yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, geçmişte yaşamış Lut Kavmi gibi sapık toplumların akıbetinden haber veriyor bize. O toplumlar ki yaptıkları çirkinlikler yüzünden tarihten silinmişlerdir. Eğer bu tarz ilişkilerin önüne geçemezsek aynı akıbet bizi de bulabilir.
İslam dini, kadınla erkek arasındaki ilişkileri belli bir nizama bağlamıştır. Flört, Müslümanların lügatında yer alan bir kelime değildir. Bu kelimenin kendisi de, muhtevası da yabancıdır bize. Resulullah’ın “Yabancı bir kadınla bir erkek iki ikiye, baş başa kalırlarsa üçüncüleri şeytandır.” ikazı bu husustaki tavrı açıkça ortaya koymaktadır. Kimse, “kalbim temizdir” deyip çıkar yol aramasın. Kulu en iyi, Yaratan bilir. Toplumdaki kavgaların ve cinayetlerin önemli bir kısmı kadın-erkek ilişkilerinin sağlıksız yürümesinden kaynaklanmaktadır. Gençleri ölçü üzere evlendirip yuva sahibi yapmak gerçek çözümdür.
Şeytanın gör dediği: “Modernite”
Gençliğimiz, inançlarından, gelenek ve göreneklerinden koparılıp modern hayatlara kurban ediliyor. Bize çağdaş hayatın gerekleri olarak sunulanlar, inançlarımızla ve ruhumuzun temel dinamikleriyle çelişiyor. Evlilikte yaşanması gereken heyecanlar flört dönemlerinde yaşandığı için evliliğin tadı ve heyecanı kalmıyor. Flört eden gençler bir anda evlilikten vazgeçiyor ve gemilerini yeni limanlara sürüyorlar. Yeni heyecanlar aranıyor. Durum böyle olunca ipin ucu kaçıyor. Devamında gayrimeşru ilişkiler ve zina geliyor.
Günümüz toplumlarında gençliği zehirleyen en büyük felaket zina afetidir. Batılılar, ülkemizi cephelerde yenemediler. Bu sefer bizi içten çökertmeye çalıştılar. Bunda da büyük başarı sağladılar. Hedeflerinde olan gençlik kalesi düştü. Toplumun en küçük parçası olan aileyi ifsat ettiler. Aile bozulunca toplum da bozuldu. Gençlik süfli heveslerin peşinde dolaştırıldı. Zina, gençler arasında önceki dönemlere nazaran ürkütücü düzeyde arttı. Zinanın sıradanlaştığı, suç olmaktan çıktığı, aile huzursuzluklarının ve boşanmaların çığ gibi arttığı zamanımızda gençliğin iffetini ve bir mum misali eriyen imanını nasıl geri getireceğiz?
Nüfusunun tamamına yakınının Müslüman olduğu ülkemizde ucu açık arzular “modernite” adı altında asli ihtiyaç gibi sunuldu. Hain mihraklar, insanlarımızın düşünüp idrak etmelerini önlemek için onları gündelik eğlence bataklığına mahkûm eylediler. Ayık dolaşmamaları için alkol denizlerinde yüzdürdüler. Düşünceyi en büyük tehlike olarak gördüler. Neden mi? Çünkü bugün düşünenler yarın sorgulamaya başlayacaktı da ondan. Böyle sakat bir anlayıştan sağlam nesillerin çıkması beklenebilir mi? Türkiye’nin ruhu, mütefekkir Cemil Meriç tam da bu noktada “Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?” sorusunu yöneltiyor.
Günümüzde mideler helal haram gözetmeden tıka basa doldurulurken ruhlar aç ve biilaç bırakılıyor. Kötülüğe meyilli fıtratlarla şeytan arasındaki bariyerler yerle bir ediliyor. İnsanlar şeytanın insafsızlığına terk ediliyor. Şeytanlaşmanın önündeki engeller kaldırılıyor.
Günümüzde bazı insanlar şans oyunları gibi haram kazanç yollarına umut bağlamış. Bir koyup yüz alarak kısa yoldan zengin olmak istiyorlar. Oysa şans oyunlarının haram olduğunu çoğu biliyor. Fakat haramlar işlene işlene zamanla sıradanlaştı. Artık insanların bazıları, inandıklarını yaşamayı çoktan bırakmış, yaşadıklarına inanmaya başlamış.
Her yılbaşında inançlarımızla, gelenek ve göreneklerimizle uzaktan yakından ilgisi olmayan kutlamalar gerçekleştiriliyor. Hristiyanların Noel yortusu kültürümüze monte edilmeye çalışılıyor. Aslında “edildi bile” demek daha doğru bir ifade olur. Zira yılbaşı akşamları hindiler kesiliyor, evler çam ağaçlarıyla süsleniyor. Kırmızı kıyafetler giyiliyor. Çam ağacına hediyeler bağlanıyor. Rakı kadehinin biri bitmeden öbürü dolduruluyor. Kendi dinî bayramlarında sabah uykusundan feragat edip de bayram namazına gitmeyenler, ecnebinin dinî inançları ve gelenekleri uğruna kesenin ağzını sonuna kadar açıyor. Günümüzde topraklarımız işgal altında olmasa da zihinlerimiz çoktan işgal edilmiştir.
Dünyada suni bir cennet yaratmanın beyhude uğraşı…
Günümüzde kelimenin tam anlamıyla bir tüketim çılgınlığı yaşanıyor. Çok harcamak marifet sayılıyor. Televizyonlarda ve diğer yayın organlarındaki reklamlar tüketim çılgınlığını daha da körüklemektedir. Kâğıt paraların yerini plastik paraların (kartların) alması bunun göstergesidir. Bu da israfı, maddi ve manevi darboğazı beraberinde getirmektedir.
Günümüzde insanların önemli bir kısmı cennetin ve cehennemin içinde bulunduğu ahiret hayatını dikkate almadıkları için dünyada suni bir cennet yaratmanın beyhude uğraşı içerisindedirler. Fıtratlara ters düşen bu sakat anlayış, her türlü insani kıymet hükümlerini metalaştırmaktadır. Her şeyin dünyada olup biteceği anlayışı insanları uçuruma sürüklüyor.
Günümüz toplumlarında hüsnü zan, yerini suizanna bıraktı. Artık kulaktan dolma bilgilerle birbirimizin muhbiri olmuşuz. Bir duyduğumuza bir daha katıp öylece aktarıyoruz. Zamanımızda, “Kişinin her duyduğunu söylemesi ona yalan ve günah olarak yeter.” hadisi kulak ardı edildi. Yalanlarla ve kulaktan dolma bilgilerle başkalarını çekiştirmek moda oldu. Daha da ileri gidilerek basın ve sosyal medya marifetiyle haysiyet cellatlığına soyunuldu. Ahlaki bir zafiyet olan gıybet, daha da ileri gidilerek iftiraya kadar vardırıldı.
Günümüzde hak ve batıl birbirine karıştı(rıldı). Hiç kimse yaşadıklarını sorgulama ihtiyacı duymuyor. Dünyevileşme (Batılı tabirle sekülerleşme), insanları başıboş mahlûklar hâline getirdi. İnsani değerler dinî ve metafizik temellerden uzaklaştırıldı. “Kul insan” anlayışı bireye indirgendi. Kimse yapıp ettiklerinden dolayı vicdani muhasebe yapmıyor. İnsanlar, hatalarını görme alicenaplığı yerine, nefsini temize çıkarma yarışı içerisine girdi. Çirkinliklerin revaçta olduğu bu toplumda temiz kalmak hiç de kolay değildir. Fakat imtihanın zorluğu ve şiddeti, ödülün büyüklüğünü de beraberinde getirmektedir.
Kültürel kimlik kaybı, kültürel yozlaşmanın sonucudur. Toplumları ayakta tutan ve onları diğer toplumlardan farklı kılan şey, sahip oldukları kıymet hükümleridir. O hükümleri en iyi yaşayanlar da bizim rol modellerimiz olmalıdır. Bu açıdan bakınca bir Müslüman olarak ahlaki modelimiz Resul-i Ekrem Efendimiz olmalıdır. Başka modeller aramak havanda su dövmekten farksızdır. Zira Hz. Ayşe validemizin deyimiyle, “Resulün ahlakı Kur’an’dı.”.
Bu güzel ülke ne çektiyse Batı’nın ilmî birikiminden haberdar olmak için bu ülkelere gönderilen sözde aydınlardan çekti. Onlar ki Batı’nın değerlerine göre kurgulanmış paket hayatları alıp toplumumuza monte etmeye kalktılar. Bir zamanlar bu ülkede dine ve kutsallara karşı gizli bir savaş yürütüldü. Bu toplumun kutsallarıyla ve kadim değerleriyle kıyasıya savaştılar. İnsanlara, baskı ve asimilasyon politikalarıyla bize ait olmayan suni bir hayat dayatıldı.
Milletimiz, Batı’yı körü körüne taklit ettiği için millî ve manevi değerlerinden kopuş sürecine girdi. Tarihî süreç içerisinde millet olarak medeniyetle kültürü bir türlü ayırt edemedik. Büyük sosyolog Nurettin Topçu, bu iki kavramın sınırlarını bakın nasıl çiziyor: “Medeniyet, insanlığın muayyen tarihi devirlerinde bir zümre cemiyetin benimsediği vasıtalarla çalışarak ortaya koyduğu ve yaşattığı teknik eserlerin ve yaşayış şekillerinin bütününe denir. Kültür ise, bir cemiyetin kendi tarihi içinde meydana getirdiği değer hükümlerinin bütünüdür.” Bu tanıma göre bize lazım olan Batı’nın teknik birikimiydi. Fakat biz, medeniyete sırtımızı çevirerek Batı kültürüne kapılarımızı ardına kadar açtık. Oysa bizim, Batı’nın yoz kültürüne ihtiyacımız yoktu. Fakat bu bir proje olarak bize dikte ettirildi.
Milletlerin yitiği ve ortak malı sayılan ilim ve medeniyet pekâlâ alınabilirdi. Öte yandan kültür, sadece kendini oluşturan milletin malı olduğu için millîdir. Bu yüzden de başka bir milletin kültürünü almak afettir. Hele de bu millet bozulmuş bir Hristiyanlığın mensubu ise daha büyük bir afettir. Bizler bu afeti letafet sandığımız için bugün bu hâldeyiz.
Batılı anlayışta hümanizm, insanı Tanrılaştırmıştır.
Batı’nın baş tacı ettiği, can simidi olarak sarıldığı ve bizlere de bulaştırdığı hümanizm, ahlaki çözülmenin sebeplerinden biridir. Çünkü Batılı anlayışta hümanizm, insanı Tanrılaştırmıştır. İnsanı her şeyin ölçüsü saymıştır. İsmail Fenni Ertuğrul, Lügatçe-i Felsefe’de hümanizmi “beşeriyete ibadet mezhebi” olarak tanımlıyor. Şemsettin Sami ise hümanizm için “insaniyete muhabbet” ifadesini kullanıyor. İnsanımıza dayatılan hümanizm konusunda da en güzel tespit ve teşhisi yine Cemil Meriç yapıyor: “İmanını kaybeden bir çağın dini hümanizm. Sözünü dinletmek isteyen her felsefe bu kaftana bürünmek zorunda. Marksizm’den egzistansiyalizme kadar Avrupa’nın tüm düşünce akımları hümanist. Kavramdan çok kılıf; kelime değil bukalemun…” Aynı Cemil Meriç, sözünü şöyle devam ettiriyor: “Hümanizm, Avrupalı için kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put. Hümanizm bir aydın hastalığı ama kimse bu izmin hudutlarını çizemiyor.”
Günümüzde gençliğe bir hâller oldu. Değişimin ve dönüşümün kaçınılmaz olduğunu bilirdik de, mazinin değerlerini bu kadar süpüreceğini tahmin etmezdik. O eski sevecen, saygılı, müşfik ve kalender gençlik gitmiş, yerine hırçın, mağrur, ukala, tahammülsüz, gösteriş meraklısı bir nesil gelmiştir. Böyle bir değişimi arzu etmezdik ama her şey arzular üzere gerçekleşmiyor. Toprağa ne atarsan o bitiyor. Demek ki bizler toprağa çürük tohumlar attık ki böyle çelimsiz ve yabani fideler çıktı yüzeye… Bunda tohumdan çok, biz bahçıvanların sorumluluğu daha büyüktür. Tek taraflı düşünmek sağlıklı neticeler getirmez.
Bugünkü gençlik okumuyor, düşünmüyor, sadece hayal ediyor. Fakat hayallerin gerçekleşmesi için hiçbir şey yapmıyorlar; tabiri caizse kılını kıpırdatmıyorlar. Gün geliyor hayal harmanları yanıp kül oluyor. Okumayan gençlik, meselelere vakıf olamıyor; hadiselere geniş perspektiflerden bakamıyor. Oysa gençler, okumanın zevkine bir kez varabilseler her şey çok değişik olacak. Hayatı daha doğru anlamlandırmak için okumak, olmazsa olmazlardandır.
Türkiye’de yaşayanlar ilkokul birinci sınıftan üniversiteye kadar Türkçe dersi görmelerine rağmen yine de ana dillerinin inceliklerine varamıyorlar. Koca delikanlılara üniversite sıralarında hâlâ Türkçenin gramerini öğretmek onur kırıcı değil mi? Bir İngiliz, 16. asırda yaşayan Shakespeare’i sözlüğe bakmadan anlamasına rağmen bizim çocuklarımız elli sene evvel yazılan eserleri sözlüğe müracaat etmeden anlayamıyorlar. Bugünkü yoz gençlik, birkaç yüz kelime arasında sıkışıp kalmıştır. Onun içindir ki kendilerini ifade edemiyorlar.
Dedik ya gençlik okumuyor, seyrediyor, hayal kuruyor. Evlerde her şey var ama kütüphane yok. Anne baba okumayınca hâliyle çocuklar da okumuyor. Evler sinema salonlarına dönmüş, herkesin takip ettiği bir dizi veya spor programı var. Her gece kanal kavgaları sürüp gidiyor. Hakikatlere ve tefekküre kafa yoran yok ki! Böyle bir ortamda sağduyulu bir neslin yetişmesi zaten mucize olurdu. Dibi çamurlu derelerin suyu duru olmaz ki! Böyle dereden böyle su akar. Ders kitabı dışında kitap okumayan gençliğin kendi hayat tecrübeleriyle yetinmesi, pek çok sıkıntıları da beraberinde getiriyor. Lise son sınıfa gelen öğrenci, mezun olacağı gün “Yahu gitmeden şu okulun kütüphanesini de bir göreyim.” diyebiliyor. Kitap okumayan gençlik, insanların canına okumaktan geri kalmıyor.
Günümüzde hayal alıyor, hayal satıyor delikanlılarımız ve genç kızlarımız. Hayalin hükümranlığı da saman alevinden daha uzun ömürlü olmuyor. Tez vakitte hakikatler bir şamar gibi iniyor hayal tacirlerinin çirkin ve maskeli yüzlerine. Okumayan, kendini yenileyemez. Gençler yeterli kitap okumayınca da şer odaklarının tuzaklarına kolayca düşebiliyorlar. Basiret nazarları köreliyor genç dimağların… Solukları kesiliyor yarı yolda…