Kırım Sürgününün Kayıt Tutucu Romancısı Cengiz Dağcı
İkinci Dünya Savaşı’nın 1941-1944 yılları arasında Kırım, Almanların işgali altındadır. Bu sırada Kırım Tatar Türklerinin Almanlara yardım ettikleri, onlarla iş birliği yaptığı iftirası ve yalanıyla bir bahane üretilip “Komünist Rus Ayısı Stalin” adlı vahşi kasap tarafından toplu sürgün kararı çıkarıldı ve Kırım Türkleri; Özbekistan, Kazakistan ve Rusya’nın değişik bölgelerine topluca sürüldüler.
Bu sırada Kırım Türklerinin neredeyse yarısı ya açlıktan, susuzluktan, hastalıktan ya da sürgün sırasındaki sıkıntı ve zorluklardan dolayı öldü, geri kalanlar da oraya buraya sürülerek dağıtıldı. Türk milletinin Tatar boyunun vahşice bir soykırımla yok edilmek istendiği bu büyük dramı en iyi yansıtan, Kırım Türk romancısı Cengiz Dağcı’dır (1919-2011).
Yazar, Korkunç Yıllar (1956), Yurdunu Kaybeden Adam (1957), Onlar da İnsandı (1958), Ölüm ve Korku Günleri (1962), O Topraklar Bizimdi (1966), Dönüş (1968) gibi romanlarında Kırım Tatar Türklerinin çektikleri sıkıntıları, maruz kaldıkları zulümleri ve öz yurtlarından sürgün edilmelerini canlı hayat sahneleri hâlinde verir.
Ben bu yazımda onun, Onlar da İnsandı (1958)1 romanı üzerinden Kırım Tatar Türklerinin sürgünlüğünü irdelemeye çalışacağım.
Yazar bu romanında, 1930 yılında Komünist Rusya’nın, Kırım’da Kolhoz adı altında Kırım Türk köylülerinin topraklarının ellerinden alınmasını, köye Rusların yerleştirilip Türklerin sürülmesini konu edinir. Romanda, Cengiz Dağcı’nın çocukluğunun da geçtiği Kızıltaş Köyü özelinde bütün Kırım Türklerinin dramı sergilenir. Bu eser, 1928-1933 yılları arasında kademeli olarak Kırım Türklüğünün kırım kırım kırılıp sürülerek yok edildiği bir sürecin romanıdır.
Kızıltaş Köyü’nde Kırım Tatar Türkleri kendi hâllerinde yaşayıp giderken köye, Rusya’dan Kala Mala ve oğlu İvan adlı iki Rus çıkar gelir. Köylülere yalvararak aç ve sefil olduklarını, karın tokluğuna çalışmak istediklerini söylerler. Bir Türk köylüsü de bunlara acıyıp “Vah biçareler! Ben zengin değilim ama varımı yoğumu veririm size! Vallahi veririm.” (s.71) der ve bunları evine alır, misafir eder, yedirir, içirir, barındırır… Bunları, Allah’ın kendileri için bir lütfu olarak görür, onlara iş verir.
Bir süre sonra köye Ruslar yol yapımı için gelince İvan’ın tavrı değişir ve gelen Ruslarla iş birliği hâlinde Türklere kötülük ve zulümler yapmaya başlar. Köye karnını doyurmak için gelen İvan’ı, yol yapım işinde çalıştırılan Türklerin başına amele başı olarak tayin ederler. Böylece en başta ne olursa olsun hayatta kalabilmek için gelen sefil İvan, Türk köyünün efendisi yapılır.
Emrine verilen Türk işçilere insanlık dışı zulümler yapmaya başlar ve Tatar Türküne horozlanarak şöyle der: “İster küfrederim, ister döverim. Çünkü ben Rus’um, hem de Naçalnik’im, sense Tatarsın.” (s.200) Ruslar, yol yapımında çalıştırılmak üzere her evden bir erkek ve araba isterler. Karşı çıkanları hapse atarlar, sürerler, öldürürler.
Daha önce köyde hiç hırsızlık yokken Ruslar gelince Türk köylülerinin evlerinden eşyaları, malları çalınmaya başlar. İvan, kendisine iş, ev, ekmek veren Türk patronunun kızına saldırır, onu döver. Ayrıca patronunun ineğini çalıp satar.
Köye gelen Rusların sayısı her geçen gün artar. Yalta Komiseri Vasil adlı bir Rus, köye yol yapım işi gelince Türklere olan kinini ve düşmanlığını şu sözüyle açıkça ortaya koyar: “Onların yeri tarihin küflü sayfaları, sokarım ben onları oraya.” (s.362)
Ruslar, Türk köylülerinin evlerini işgal ederler ve 1928 yılı ve sonrası süreçte toprakların iyi sürülmediği, köylerde makine olmadığı, köylülerin eşit olacağı, ortada zengin fakir kalmayacağı, birlik, sevgi, eşitlik olacağı gerekçesiyle kolhoz sistemi yani toprakları sahiplerinden alıp Komünist patron devlete verme işlemi sırasında, topraklarını vermek istemeyen Türkler sürülür, işkence edilir ve öldürülür. Romanda, Rusların Kırım Türklerine olan yaklaşımı İvan’ın ağzından şöyle dile getirilir: “Gebertirim seni Tatar milleti gebertirim!” (s.291)
Kırım Türkleri, topraklarını teslim etmemek için direnirler. Çünkü toprak; vatan demektir, namus demektir, emanet demektir, ata demektir, millî değer demektir. Bir Kırım Türkü, toprağa olan sahiplenme duygularını şöyle dile getirir:
“Sen bu iki Rus’a anlat Bebek! De ki, ne isterlerse veririz. At veririz, üzüm veririz, tütün, para, koyun veririz. Ama toprak vermeyiz. Anlat onlara, iyice anlat! De ki bizim topraklar yurt parçasıdır; toprak bizim değil, ulusundur. Eh ulus toprağını nasıl veririz? Söyle bana nasıl veririz? İnsan her şeyini verir ama canını nasıl verir? Söyle bana! Biz kolhoz nedir biliriz. Kolhoz demek toprağı hükûmete ver demek. Nasıl veririz, söyle bana! Toprak bizim değil ulusundur, toprak elden gitti, can gitti. Anlat onlara!” (s.417)
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara yardım ettikleri, onlarla iş birliği yaptıkları gerekçesiyle de öldürülürler, kalanlar da sürülürler. Köylüler sürgüne gönderilince yerlerine Ruslar doldurulur.
Kırım Tatar Türk köylüleri yavaş yavaş gelen Rus ve Komünizm tehlikesinin farkında olmamışlardır. Gafil ve mankurt bazı Türk köylüsü, abdest alıp Yasin okurken aynı zamanda kendilerini yok etmek için gelen Komünizmin iyi bir şey olması ve İvan’ın iyileşmesi için dua eder. Milliyetçilik bilinci yoksa din bilinci tek başına bir işe yaramadığı gibi kendi aleyhine olabilecek sonuçlara da çanak tutmaktadır.
Komünizm ve Rus tehlikesine kayıtsız kalmışlar, yanlış bir tevekkülle Allah’ın kendilerini koruyacaklarına inanmışlardır. Bir mollanın, “Allah tembelleri helak eder.” sözü de onları, derin gaflet uykusundan uyandırmamıştır. Ama onların duyarsızlıkları sonucu Ruslar, Türklerin her şeyini ellerinden almışlardır.
Kırım Türkleri kayıtsızca, “Belayı da Tanrı verir, bereketi de…” diyerek sadece göğe bakmışlar, bir tedbir almamışlar, topraklarını, ailelerini, dinlerini, kültürlerini koruma konusunda gevşek davranmışlar. Ruslar da gelip onları evlerinden atmış, topraklarını, bağlarını, bahçelerini evlerini almışlar, kendilerini de ya öldürmüşler ya da sürgüne göndermişlerdir.
Gafil, mankurt, bilinçsiz Kırım Tatar Türklerinin yanında milliyetçi ve bilinçli olanlar da vardır. Nitekim bunlardan biri, romanda şöyle verilir: “İçinden bir ses şöyle diyordu sanki: Bu zavallılara bak, Enver iyice bak! Bunlar da senin kanından, bunlar da Tatar! Ama senin gibi değil onlar, uyuyorlar. Felakete bile uyuyarak gidiyorlar. Sen onlar gibi olma! Onlar gibi olursan, bu yurdun başına daha büyük, korkunç belalar gelecek. Sen onlar gibi olma Enver!”
Bu milliyetçi uyarı, Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözüyle aynı içeriğe sahiptir: “Uyuyan milletler ya ölür ya da köle olarak uyanır.”
Romanda, Kırım Türklerinin zalim Ruslara boyun eğmeyerek şahsiyetli, onurlu dik duruşları da sergilenir. İvan, Kırım Türkü Enver’i öldürmek ister, buna karşı Enver şu milliyetçi Türk tepkisini verir: “Ben ahırdan, ellerimi kaldırmak için çıkmadım, senin önünde diz çökmek için çıkmadım, ölmek için çıktım, toprağıma kapanmak için çıktım. Ben öleceğim ama sen de öleceksin. Belki bugün değil ama bir gün mutlaka öleceksin! Hem senin ölümün benimkine de benzemeyecek. Seninki bambaşka.” (s.477)
Kırım Türkleri yurtlarından edilmişler ama bir gün geri döneceklerine olan inançlarını da korumuşlardır. Nitekim Kırım’ın tekrar bir Türk yurdu olacağına inançları, romanda evi silahlı Ruslar tarafından basılan, oradan kaçmayıp evine sahip çıkmaya çalışan ve Ruslarla savaşan bir Türk’ün ağzından şu cümlelerle verilir:
“Bu toprağın… Dedelerimin kemikleri üstüne benim de kanım aksın. Gidin! Bir gün gelecek yavrularımız geri dönecekler. Şimdi ayaklarımın, dizlerimin olduğu yerde benim bu izlerim silinecek, gelincik çiçekleri açacak. Benim kanım, kemiklerim üstünde de gelincikler açacak. Gidin! Bilin ki yavrularınız bir gün geri dönecekler, gelinciklere bakıp bizi hatırlayacaklar. Bu toprağın, bu yurdun kıymetini bizden daha iyi bilecek, onu bizden daha çok sevecekler.” (s.476)
Ruslara teslim olmayıp onlarla sonuna kadar savaşan bu milliyetçi Türk hem Kırım Türklerinin hem de diğer Türklerin kurtuluşunun, selametinin, mutluluk ve refahının “Turan Türk Birliği”ne bağlı olduğunu da dile getirir ve şöyle der:
“Kaçmam!, Kaçamam! Artık yeter! Ne zamandır kaçtık, yurdu terk ettik, siz de kaçmayınız, gidin gidin! Kırım’ın sevgisini, Kırım için dökülen kanları, gözyaşları, Kırım’ın acısını beraberinize alın, kalplerinizde götürün! Türk dünyası geniştir gidin! O güneşin doğduğu yerlerde kalplerinizi Türk kardeşlerinize açın, söyleyin onlara: Biz hayatta hıyanetlik nedir, küfür nedir bilmedik deyin. Hak ve adalete inandık deyin. Çalmadık, yakmadık, öldürmedik, düşmanlarımızın her zulmüne katlandık, deyin. Düşmanlarımızı da insan sandık, ama başımıza neler getirdiler deyin. Ne felâketlere uğradık deyin. Anlatın, anlamalı onlar, bizim akıbetimize uğramak istemezlerse anlamalı onlar.” (s.475)
Romanda, Kırım Türklerinin topraklarına, vatanlarına olan bağlılıkları, âdeta kimliklerinin, ruhlarının, oluşum mekânı olan kutsal yuvalarına olan duygusal bağlanımları şu dokunaklı cümlelerle dile getirilir:
“Dedemin evisin sen. Babam, dedem, senin duvarların arasında doğdu. Ninelerimiz, beşiklerimizin başında ninni söylediler. Ben, evim, yalnızlıklar, sessizlikler içinde bırakır mıyım seni hiç? Bekle evim, bekle biraz daha! Zamanı gelsin, göreceksin odalarında, kerevetlerinde, minderlerinde, sofanda, bahçende torunlarım konuşacaklar, duvarların arasında sevinecekler, onlar oynaşıp onlar bağrışacaklar. Sen evim, kuş yuvası gibi olacaksın, sabah akşam onların ötüşmelerini dinleyeceksin.” (s.20-21)
Romanda ayrıca Rus emperyalizminin Türklere bakış açısını, bizi nasıl gördükleri de yine bir Rus’un ağzından şöyle verilir:
“Milliyetçilik, onların (Türklerin) kanlarına sinmiştir. Onlar hâlâ vaktiyle kahraman bir millet, yüksek büyük bir devlet olduklarını hatırlıyorlar. Rusya hudutları içinde yaşamalarına rağmen Kırım topraklarını kendi öz toprakları, Tatar toprakları sanıyorlar. Onların bu düşüncelerinin bizim için ne kadar tehlikeli olduğunu anlatmaya hacet yok! Türkçe konuşuyorlar, evet Türkçe! Çocuklarının kafalarını, kalplerini Türkçe türkülerle, millet sevgisiyle, Cengiz Han’ın, Türk sultanlarının, Türk edip ve kahramanlarının adlarıyla kirletiyorlar. Bu duruma yakın zamanda son verilmezse büyük bir tehlikeyle karşılaşacağız.
Bir şey daha: Bu milletin zenginiyle fakiri arasında büyük bir fark yok. Bunu da unutmayınız. Ben bir kere daha Reyon parti komitesi tarafından adamlar gönderirim. Toprak meselelerini, kolhozu onlara anlatsınlar. Anlarlarsa ne âlâ, anlamazlarsa daha iyi! Rusya büyük, toprak sıkıntısı çekmiyoruz ama buralar bize lâzım!
Hem eski Rusya’nın siyasetine hem de bilhassa yeni, kızıl Rusya’nın siyasetine bu halk, burada bir engel olageldi. Bunu unutmayınız, önce onlara bunu anlatınız. Lamı cimi yok! Sonra birinin ağzından bir itiraz yükseldi mi çekin duvarın dibine, kurşuna acımayın!
Bolşevizm, ihtilalini bu metotla kazandı, yalnız ve yalnız bu metotla yaşayabilecek, dünyayı bu metotla kurtarabilecektir.” (s.451)
Kırım sürgünü olayı, birçok Türk yurdunun nasıl elden çıktığının hazin bir örneğidir. Türk düşmanı emperyalistler tarafından uygulanan yöntem hep aynıdır: Önce Türk köyüne, kentine, yurduna yabancı unsurlar insani gerekçelerle azar azar sokulur, sonra kitleler hâlinde yoğun biçimde taşınıp yerleştirilirler. Bunlar yerli Türklerin aleyhine olarak siyasi ve ekonomik desteklerle güçlendirilir ve azdırılırlar. Sonra yerli Türklerin mallarını mülklerini ele geçirirler, hırsızlık ve yağma yaparlar, Türklere saldırıp öldürürler. Sonra da Türkleri kendi yurtlarından kaçırırlar, sürerler ve öldürürler. Kadim Türk yurtları böylece Türksüzleştirilir.
Kırım, Ruslar tarafından böyle ele geçirildi. Doğu Türkistan bugün de devam eden aynı yöntemle Uygur Türklerinden arındırılıp oraya Çinliler yerleştiriliyor. Irak’ta Türkmen yurtları, köyleri, kentleri aynı yöntemle ellerinden alınıp oralara Barzani aşiretleri yerleştirildi. Suriye’de Türkmen köy, kasaba ve şehirleri aynı yöntemle boşaltılıp yerlerine Amerika’nın kontrolünde PKK yandaşları yerleştiriliyor. Eğer tedbir alınmazsa korkarım ki Türkiye’mizin de benzer yöntemle Türksüzleştirilmesi tehlikesi vardır.
Dipnot:
- Bu yazıda romanın şu nüshası incelendi: Cengiz Dağcı, Onlar da İnsandı, Varlık Yayınları, İstanbul 1969