ORTA DOĞU’DA İsrail Zulmü ve Batı’nın İkiyüzlü Politikası
Yavuz Sultan Selim zamanında fethine başlanan ve Kanûnî Sultan Süleyman döneminde Kudüs dâhil Osmanlı sınırlarına katılan Filistin ve çevresi, Osmanlı döneminde idari bakımdan Şam eyaletine bağlı Kudüs, Gazze, Nablus ve Safed sancaklarına ayrılmak suretiyle yönetilmiştir. Bu sancakların dışında kalan ve doğrudan eyalet merkezine bağlı emirlerden Ma‘noğlu Fahreddin ile (ö. 1635) Zâhir el-Ömer (ö. 1782) zaman zaman Akka’yı merkez edinerek merkezden bağımsız hareket emişlerdir. 1832 yılında Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa’nın idaresi altına giren Filistin, 1840’ta İngiltere ve Avusturya’nın yardımıyla tekrar Osmanlı idaresine geçmiş, fakat bundan sonra Osmanlı Devleti tarafından düvel-i muazzama olarak anılan Avrupa devletlerinin ilgi odağı olmuştur. 1887 yılından sonra Filistin’in kuzeyi yeni oluşturulan Beyrut Valiliği tarafından yönetilirken, güneyi mutasarrıflık olan Kudüs’e bağlanmıştır. Mutasarrıflık; Kudüs, Akka ve Nablus sancağı olmak üzere üç sancağa ayrılmıştır. Kudüs ile birlikte Yafa, Gazze ve Halilür-rahman Kudüs sancağına; Akka, Hayfa, Safed, Nâsıra ve Taberiye Akka sancağına; Nablus, Benisab, Cemmain ve Cenin ise Nablus sancağına bağlı önemli şehirler olmuştur.
Müslüman Arapların çoğunluğunu teşkil ettiği Filistin toprakları, Osmanlı yönetimi altında bu özelliğini korumaya devam etmiştir. Ekonomik hayatın tarıma dayalı olduğu bölgede devlete ait olan topraklar işlenmek üzere köylülere bırakılırken, bir kısmı da dinî nitelikli vakıfların kontrolünde kalmıştır. Fakat Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılda yaşanan siyasi ve ekonomik sıkıntıların bir sonucu olarak bölgede toplumsal yapıda değişikliler yaşanmaya başlamıştır. Özel mülkiyet sahibi güçlü aileler ile birlikte ulemadan oluşan seçkinler ön plana çıkmıştır. Filistin’de küçük bir azınlık olan Hristiyanlar ile Yahudiler ise şehirlerde Avrupalıların himayesi altında ticaretle uğraşmışlardır. Osmanlı Devleti, millet sistemi içerisinde hoşgörü ve adalet anlayışına dayalı olarak din hürriyeti tanıdığı gayrimüslimlerin bölgede huzur içinde yaşamasını temin etmeye çalışırken gayrimüslimlerin devletten talepleri her geçen gün artarak devam etmiştir. Avrupalılar özellikle Kudüs’te dinî, kültürel ve siyasi yapılarını artırmaya başlamıştır. 19. yüzyılın sonlarında ise Yahudilerin kendilerine dünyada vaat edilen topraklar olarak kabul ettikleri Filistin topraklarına dönmeleri gerektiğini savunan Siyonizm Hareketi doğmuştur. Avrupa’da ortaya çıkan milliyetçilik akımının Yahudilerce tatbiki anlamına gelen bu akım ve antisemitizmin de etkisiyle 1882-1903 yılları arasında Filistin’e yönelik ilk Yahudi göçü gerçekleşmiştir. Şehirlerden ziyade tarım alanlarına yerleşen Yahudi göçmenler, bölgede kalıcı olduklarını göstermek isterken 1914 yılına kadar süren göçlerle Filistin’de sayılarını artırmışlardır. Bu dönemde Osmanlı yönetimi altında bulunan Filistin’e, Avrupa’da zulümden kaçan Yahudilerin yerleşmesine insani duygularla izin veren Sultan II. Abdülhamid, yurt isteklerini ise kabul etmemiştir. Yahudilerin Filistin’de para karşılığı toprak satın alarak, hatta Osmanlı Devleti’nin Düyûn-ı Umûmiye’ye olan borçlarını ödeyerek devlet kurma isteklerine karşı çıkan padişah, Filistin’de toprak satın almalarını da yasaklamıştır. İttihat ve Terakki döneminde hürriyet anlayışı ile bu kısıtlamalar başlangıçta kaldırılsada sonradan Siyonizm tehlikesinin farkına varılınca yeni kısıtlamalar getirilmiştir. Fakat zamanla milliyetçi akımlar Arapları da etkisi altına almaya başlamış, Suriye ve Lübnan’da Arap milliyetçiliğine yönelik gizli cemiyetler kurulmuştur. Yahudi Millî Fonu vasıtasıyla Filistin’den toprak satın alarak buraya yönelik göçlerin önlenememesi nedeniyle milliyetçi Arap cemiyetler Osmanlı yönetimine de tepki göstermeye başlamışlardır.
Avrupalılar ise kendi çıkarları doğrultusunda ikiyüzlü bir siyaset izleyerek bir yandan Arap milliyetçilerini diğer taraftan Siyonizm yanlılarını desteklemişlerdir. Bu yolla Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu topraklarında imtiyaz elde etme yarışına giren Batılı ülkeler, Osmanlı Devleti’ni parçalama ve paylaşma projelerini uygulamaya başlamışlardır.
Birinci Dünya Savaşı ile aradıkları fırsatı yakalayan Avrupalılar, Sykes-Picot Antlaşması ile bağımsız Arap devleti vaadiyle kandırılan Şerif Hüseyin’i Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırmışlardır. Diğer taraftan İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, 2 Kasım 1917’de Siyonist Dernekleri Federasyonu Lideri Lord Rotschild’e yazdığı mektupla halkının %90’ı Arap olan Filistin’de, Yahudi Devleti kurulmasında desteklerini bildirmiştir. Bu mektubun arka planında İtilaf Devletleri’nin ABD’yi kendi yanında savaşa çekme planı vardır. Bunu da ABD’de etkili olan Yahudi lobisi sayesinde sağlayacaklarının farkındadırlar.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı karşısında güney cephesinde üstünlük kuran İngilizler Kudüs’ü ele geçirdiler. Üstelik Kudüs’ün işgali, Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Avusturya’nın başkenti Viyana’da bile Haçlı zaferi edasıyla kutlanmıştı. Mondros Mütarekesi öncesinde artık Filistin topraklarında Osmanlı hâkimiyeti tamamen sona erdi. Savaş sonrası Filistin’de İngilizlerin manda yönetimi kurulurken, Yahudilerin göçüne de yasal zemin hazırlanarak hız verildi. Siyonizm hareketinin İngiltere’nin de desteğini alarak sürdürdüğü sistemli ve disiplinli politikalarına karşılık, Arap dünyasının kendi içinde yaşadığı sorunlar ve dağınıklık, Yahudilerin işini daha da kolaylaştırdı. Diğer taraftan Almanya’da Nazilerin Yahudilere uyguladığı soykırım, dünyada kendilerine mağdur gözüyle bakılmasının önünü açtı ve Filistin’e Yahudi göçü artarak devam etti.
İngilizlerin, Yahudileri koruyan manda yönetimine karşı çıkan Arap ayaklanmalarına rağmen Yahudiler bölgede her geçen gün hâkimiyet alanlarını genişletmeye devam ettiler. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra yenidünya düzeni içerisinde Filistin’de Araplara yönelik Yahudilerin şiddet eylemleri de artarak devam etti. İngiltere, mandası altında bulundurduğu Filistin’de yaşanan sorunları Birleşmiş Milletlere götürdü ve BM Genel Kurulu’nda Filistin toprakları yedi bölgeye ayrıldı. Üçü Yahudilere, üçü Araplara bırakılırken; Yafa sahil kesiminde bulunan Yahudilere ait bölgenin içinde Araplara ayrı bir parça ayrılmıştı. Kudüs ve çevresinin ise milletler arası statüye kavuşması kabul edildi. Uygulamaya konulan bu plan, nüfus çoğunluğu Araplarda olmasına rağmen Yahudilere büyük avantaj sağlıyordu. Bölgeye adil bir barış getirmekten uzak olan Birleşmiş Milletlerin bu kararından sonra İngiltere bölge üzerindeki manda yönetimini kaldırınca da 15 Mayıs 1948 yılında İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan edildi. ABD, bağımsızlık ilanından sadece on bir dakika sonra, Sovyetler Birliği ise ertesi gün İsrail’i tanıdıklarını ilan ettiler. Bu durum, Yahudilerin dönemin süper güçlerinin onayı ile devletlerini kurduklarını gösteriyordu. İsrail’in kuruluşundan birkaç saat sonra ise Arap Birliği’ne üye ülkeler (Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak) İsrail’e savaş açtılar.
İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra günümüze kadar yaşanan süreçte Avrupa ülkelerinin İsrail’den yana tavır almaları ve Arap ülkelerinin kendi aralarında yaşadıkları görüş ayrılıkları nedeniyle İsrail sürekli olarak topraklarını genişletmeye devam etti. İsrail, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin soykırıma uğrayan bir topluluk olmasından yararlanarak uluslararası alanda mağdur millet algısını yaygınlaştırırken, kendisi, Müslüman Araplara kat kat fazlasını yaşatmaktan asla vazgeçmedi. Son olarak HAMAS’ın İsrail topraklarına yönelik saldırısının arkasına sığınarak çok sayıda sivil can kaybına yol açan ölçüsüz saldırılar gerçekleştirmeye devam ediyor. Gazze’de yaşayan halk, 16 yıldır medeni dünyadan tecrit edilmiş bir vaziyette açlık, susuzluk, salgın hastalık ve orantısız güç kullanımı ile karşı karşıyayken, şimdi en temel insan hakkı olan yaşam hakkından mahrum bırakıldı.
Hastanelere, ibadethanelere, pazar yerlerine, Birleşmiş Milletlerin güvencesi altında olan kamplara yönelik saldırılar neticesinde, Cenevre Sözleşmelerinin öngördüğü temel insan haklarının açıkça çiğnenmesi karşısında medeni (!!) Avrupa’nın ve Amerika’nın tavrı, Batı’nın gerçek yüzünü bir kez daha gözler önüne serdi.
Osmanlı Devleti 1492’de İspanya’da Katoliklerin Müslümanlara ve Yahudilere yönelik baskı ve katliamları karşısında Sultan II. Bayezid’in fermanı ile din ayrımı yapmaksızın bütün mazlumlara topraklarını açarken, bugün İsrail Devleti, Müslümanları kendi topraklarında katletmekte ve sürüp çıkarmaktadır. 1815 yılında Viyana Kongresi’nde kendi ülkelerindeki milliyetçi ayaklanmaları bastırmak için dayanışma içerisine giren fakat Osmanlı Devleti’ndeki ayaklanmalara arka çıkan Batı dünyasının ikiyüzlü politikasının hiç değişmediği Gazze’de son yaşananlarla bir kez daha gün yüzüne çıkmıştır. Her iki olayda adaletle dünyaya hükmeden dönemin en güçlü devletlerinden Osmanlı Devleti ile İsrail ve onun arkasında duran Batı’nın farkı görülmektedir. O hâlde çözüm nedir? Bu zulme dur diyecek, adil ve hoşgörüye dayalı bir dünya düzeni kurarak dünyaya yön verecek güçlü bir Türkiye’nin varlığını ve gücünü her anlamda artırarak yükselişini sürdürmesidir. İslam dünyası içerisindeki ayrılıkların sona ermesi, Batı’nın ikiyüzlü siyasetine alet olunmaktan vazgeçilmesidir. Aksi takdirde bu zulüm dinmeyecek ve bu dünya kendi ellerimizle yok edilecektir. Çünkü bu kadar zulme ve haksızlığa kullar göz yumsa da Yüce Allah izin vermeyecektir. Sahip çıkamadığımız değerlerimiz, inançlarımız ve mazlumların ahı herkesi yakıp kavuracaktır.
Kaynak
M. Lutfullah KARAMAN, Filistin, TDV İslâm Ansiklopedisi
C. 13 İstanbul, 1996 yılında (89-103).