Osmanlı Devleti’nde Polonyalı ve Macar Mültecileri: İkinci Vatanda Yeni Hayatlar ve Modernleşme
Osmanlı Devleti’nin en önemli mülteci deneyimi, kuşkusuz 1848-1850 yıllarını kapsayan, mülteciler meselesi adıyla tarihileşen Macar ve Leh mültecilerinin Osmanlı Devleti’ne sığınması olayıdır. Bu olay, Avrupa’da yaşanan devrimlerin bastırılma sürecinde gerçekleşmiştir. Bilindiği gibi 1815 Viyana düzeni, Avrupa’da pek çok değişimin kararlaştırıldığı önemli bir tarih sahnesidir. Burada alınan kararlar 19. yüzyıl Avrupa’sını inşa etmiştir denilirse abartılmış olmaz. 1815 Viyana düzeni, 1789 Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan yeni durumun eski hâline döndürülmesi girişinin adı olarak da ifade edilebilir. 15 yıldan fazla süren Napolyon savaşları, ihtilal ilkelerinin Avrupa’ya mal olmasında önemli roller oynamakla birlikte Avrupa haritasını oldukça değiştirecek gelişmeleri hazırlayan en önemli etken olmuştu. Avrupa’nın geleneksel düzen ve ideolojisinin oldukça dışında olan bu yeni gelişmeler, monarşik yapıların karşı hareketini kaçınılmaz kılmıştır. Özellikle Avusturya ve Rusya olmak üzere ileri monarşik özellikler taşıyan devletler, Napolyon’a karşı harekete geçmeyi kendi gelecekleri açısından gerekli hatta zorunlu bir iş olarak gördüler. Bu durumda ilk başta savaş, arkasından da diplomasi yoluyla Napolyon’un bıraktığı izlerin silinmesi ve sınırların yeniden düzenlenmesi için yeni bir iş birliğine girmişlerdir.
Viyana Kongresi, Napolyon’un yarattığı yeni durumu tersine çevirmek için Avrupalı devletlerin bir araya gelmesi ile toplandı. Kongre, dönemin en klasik monarşik temsilcisi olan Metternich’in eseridir. Bu toplantı, bir anlamda yeni dünya düzeni için de inşacı bir rol oynamıştır. Viyana Kongresi, umulanın aksine, Avrupa’yı yeni bir devrimci dalgaya sürüklemiş ve yeni düzenin düşünüldüğü kadar kolay bir şekilde kabul edilmeyeceği bir siyasi ortama yol açmıştır. Bu dalganın, Avrupa’da genel bir görünüm kazanması ise Viyana düzeninin karşısında güçlü bir duruş sergilendiği şeklinde yorumlanabilir. 1815-1850 arası, Avrupa’da güçlü bir devrimci dalganın yaşandığı dönem olarak kabul edilmektedir. Bu devrim dalgaları monarşik yapılarda oldukça sert bir karşılık bulmuştur. Özellikle Avusturya ve Rusya bu konuda iki klasik örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Avusturya ve Rusya, Viyana sistemine karşı gerçekleşen devrimci hareketleri güçlü ve kalabalık ordularıyla, devrimcilere büyük zayiatlar verdirerek bastırdılar. Bu süreçte birçok milletten asker ya da sivil siyasi suçlu durumuna düşerek, ülkelerini terk etmek zorunda kaldılar. Bunların bir kısmı, kalabalık insan kitleleri şeklinde ülkelerinden kaçmak zorunda kaldılar. Çünkü devrimlerin bastırılmasından sonra yoğun bir kovuşturmaya maruz kaldılar ve canlarını kurtarmak için kaçmak zorunda kaldılar. Bu durum, Macar mülteciler nedeniyle Osmanlı-Avusturya ilişkilerini; Lehli mülteciler dolayısıyla Osmanlı-Rus ilişkilerini olumsuz yönde etkiledi.
Mülteci durumuna düşen binlerce insan, ülkelerinden kaçarak başka ülkelere sığındılar. Bu da, başta Avrupa olmak üzere mülteci krizine sebep olmuştur. Bu süreçte mülteciler krizi ile karşı karşıya kalan devletlerden biri de Osmanlı Devleti’dir. 1848 yılından itibaren binlerce mülteci, Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarına girmişlerdir. Bu durum, Avusturya ve Rusya’yı Osmanlı Devleti ile karşı karşıya getirmiştir. Bu durum Osmanlı Devleti’nde geniş çaplı bir mülteci sorununa sebep olarak siyasi bir krize sebep olmuştur. Mülteciler meselesi Osmanlı Devleti için tam anlamıyla uluslararası bir sınav olmuş ve diplomasi açısından da önemli bir örnek teşkil etmiştir.
Mülteciler Meselesi’nin ciddiyeti, Avusturya ve Rusya’nın, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmeye götürecek kadar ileri gitmeleri ile kendini göstermiştir. Ancak Mehmed Fuad Paşa’nın ustalıklı diplomasisi, bu savaşın çıkmasını önleyecek güçlü bir görünüm sergilemiştir. Bunun yanında bu mesele Osmanlı Devleti’nin Avrupa kamuoyundaki itibarını güçlü bir şekilde artırırken, Avusturya ve Rusya tarafından tersi bir görünüm arz etmiştir. Zira İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’ni mülteci meselesinden dolayı açık bir şekilde desteklemiştir. Bu destekler ise Osmanlı Devleti’ni, Avusturya ve Rusya’ya karşı daha kararlı bir tavır takınmasına yol açmıştır. Bu kararlı tavır, Osmanlı Devleti’ni, büyük sorunlar yaşadığı bir zamanda, parlak bir diplomasi zaferi kazanmasını sağlamıştır.
Mülteciler meselesinin gelişimi ise şöyle bir seyir takip etmiştir. Avusturya kuvvetleri Macaristan’daki devrimi bastırdıktan sonra ülkede önemli bir kovuşturma başlattılar ve bunu sonuca ulaştıracak operasyonlar gerçekleştirdiler. Bundan sonra ciddi bir takibata uğradılar. Hapis ve kıyım hareketine maruz kaldılar. Bu da Macaristan’daki devrimci sivil-asker 10 bine yakın kişinin ülkeden kaçarak peyderpey Osmanlı Devleti’ne sığınmalarına neden olmuştu. Sınırı geçen ilk kafile ise 1400’e yakın kişiden oluşmaktaydı. Bu ilk kafile, general ve subaylar dâhil olmak üzere oldukça önemli şahsiyetlerden oluşmaktaydı.1 Bunlar, siyasi suçlu durumuna düşerek ülkelerinde kalma imkânlarını bir süreliğine kaybetmişlerdir. Bu yüzden de Osmanlı Devleti’ne sığınmaktan başka çarelerinin olmadığını değerlendirerek sınırı geçmişlerdi. Sınırdaki Osmanlı mercileri ise, mültecilerin, herhangi bir karışıklığa sebep olmamaları için gerekli tedbirleri alarak sınırdaki uygun yerlerde tutulmaları sağlandı. Bu arada Fuat Paşa da durumdan haberdar olduktan sonra Avusturya mercileri ile irtibata geçerek onların konu hakkındaki görüşlerine başvurdu. Avusturya konsolosu ise bu konuda fikir beyan edecek yetkide olmadığı için Viyana’dan gelecek emre göre hareket edilmesine karar verildi. Bu süre zarfında da mültecilerin, Osmanlı yetkililerinin gözetiminde kalması kararlaştırıldı. Mülteciler, Rimnik’te muhafaza edilmek üzere nakledildi. Ziya Paşa’nın verdiği bilgilerden hareketle ilk kafilede; 53’ü Macar, 833’ü Polonyalı ve 464’ü İtalyan mülteci bulunmaktadır. Sınırdaki Osmanlı yetkilileri, mültecilerin kabulünde gönülsüz davranınca, “Kendimizi Tuna’ya atar, yine de geriye gitmeyiz.” diyerek Osmanlı Devleti’ne sığınmak konusunda kararlılıklarını gösterdiler. Bu arada mültecilere ek olarak yeni kafileler Osmanlı sınırına geldi. Bu yeni gelenler arasında General Kmety, General Richart Guyon, General Baron Stein ve Yüzbaşı Balog gibi önemli kişiler de bulunmaktaydı. Eylül 1848 itibariyle gelenlerin sayısı 5000’i aştı.2 Bu da mültecilerin sevkini zorlaştırmaktaydı. Bu arada Rusya ve Avusturya’nın baskıları devam ettiğinden mülteciler meselesi daha ciddi bir hâl almaya başladı.
Osmanlı Devleti, bu kadar çok sayıda mülteciyi kontrol etmekte zorluk çekmekteydi. Mevsimin kışa dönmesi, bu zorlukların daha da artacağını göstermekteydi. Diğer taraftan Avusturya ve Rusya’nın baskıları devam ediyordu. Bu devletlerin her an bir baskın yapacağı endişesi Osmanlı devlet adamları arasında hissediliyordu. Aynı zamanda mültecilerin kaçma tehlikesi de bulunuyordu. Mültecilerin sayısının artması, bunların kontrolünü oldukça zorlaştırmaktaydı. Yine mülteciler arasında ortaya çıkan bir hareketlenme, sınırda Avusturya ve Rusya tarafından tehlikeli görülmekteydi ve bu konuda Osmanlı Devleti’ni bilgilendirmekteydi.
Mülteciler konusu gündemdeyken önemli bir gelişme yaşandı. Bu gelişme, General Bem başta olmak üzere 250 kişinin üzerinde bir mülteci grubunun Müslüman olduklarını ilan etmeleridir. Müslüman olanlar arasında General Stein (Ferhat Paşa), General Kmety (İsmail Paşa) gibi üst rütbeden askerler bulunmaktaydı. Böylelikle geri gönderilmelerinin önüne geçmeyi düşünmüşlerdi. Buna rağmen Rusya, Leh mültecilerinin; Avusturya da Macar mültecilerinin iadesine dönük baskılarına devam ediyorlardı. Bu durum Osmanlı Devleti için sorun teşkil etse de Sultan Abdülmecid’in bu meseleye dair yaklaşımı kesin ve netti. Bunun, “…O makûleleri Avusturyalulara veyahûd Rusyalulara teslim etmek demek cânlarını tehlike-yi âzîmeye ilkâ eylemek demek olub buna ise merhamet-i seniyye kâil ve şân u şevket-i Devlet-i Aliyye’ye bir veçhile muvafık olmayacağı” gerekçesiyle mümkün olmadığını düşünüyordu. Bunun yanında da diplomatik açıdan güçlü bir konum elde etmek için denge diplomasisine başvurarak İngiltere ve Fransa’yı meseleye dâhil etmek için girişimlerde bulunuldu. İngiltere ve Fransa’nın, Osmanlı Devleti lehinde tavır sergilemeleri hem Osmanlı Devleti’nin elini güçlendirmiş hem de Rusya ve Avusturya’nın mülteciler meselesinde tavrının yumuşamasında rol oynamıştır. Bu, diplomatik bir başarıydı ve Osmanlı Devleti için 19. yüzyıldaki en parlak örneklerinden biri teşkil etmişti. Burada Mustafa Reşid Paşa, Âli Paşa ve Fuad Paşa’nın diplomatik girişimleri, meselede kesin sonuç almada önemli roller oynamıştır. Yaklaşık iki yıla yakın süren mülteciler meselesinin bir diğer boyutu, Osmanlı topraklarında kalan mültecilerin iskân ve muhafazasıydı. Bu da önemli bir diplomatik sorun teşkil etmekteydi. Zira gerek Rusya ve gerekse Avusturya, mültecilerin sınırda iskânlarını uygun bulmuyorlar ve sınıra mümkün olan en uzak bölgelere nakledilmelerini istiyorlardı. Bu yüzden mülteciler; Kütahya, Halep, Diyarbakır ve Malta gibi yerlere nakledilerek bu sorun da halledilmiş oldu.
Mültecilerin Osmanlı topraklarında kalmasına en fazla mültecilerin sevindiğini söyleyebiliriz. Bunu, kendi ifadelerinden anlamak mümkündür: Mülteciler sevinçlerini şu şekilde ortaya koymuştur:
“… Bizler, vatan-ı azizimizden münkesir ve mahcûr olduğumuz hâlde Saltanat-ı Seniyye’nin zir-i cenahı atıfet ve merhametine sığınmış olduğumuz bir alay biçâregân olarak şimdiye kadar haklarımızda şâyân buyrulan himâyet-i celile ve bunca lütf-u merhamet-i aliye-i hazret-i padışâhi hafsala-i tasavvurat-ı acianelerimizden bâlâter ve bu rütbe lutf ve himayet-i seniyyenin arz ve teşekküründe bi’l- vucûh acziyetimiz bedîhî ve izhâr olduğu ve bazı refiklerimizin Memâlik-i Ecnebiyye’ye gitmeleri ruhsatını havî mukaddemâ gelen irade-i seniyyede eğerçi bizlerin alafranga Eylül’ü ibtidasında salıverilmeliğimizi Devlet-i Aliye va’ad buyurmalarıyla nâşâdımız muktezasınca ‘akide-i ikâmetten berü olmaklığı hayale bile alınmayarak imtidad-ı ikâmet-i vâhimesi bir an zihinlerden çıkarılmadığı hâlde Saltanat-ı Seniyye’nin vakt- i merhûn-ı mezkûrdan evvelce böyle bir fevkal-memul mebzûl olan ruhsat-ı ‘alisi bizlere cümleten sahabet ve lûtf-u merhametten fâ’ik gelmekle hepimiz yeni baştan hayat bulmuşa dönmüşüz ve kâşe-i canımız kangı vadi-i teşekküre imâle vetmekde fi’l-hakîka aciz olmuşuzdur…”
Osmanlı Devleti’nin, mültecilerin bu şekilde Osmanlı topraklarında kalmasını sağlaması ve onlara kucak açması mülteciler için önemliydi. Çünkü kayıpların büyük olacağı bir savaşı göze alan Sultan Abdülmecid, “Ecdâdımın altı yüz seneden beri bunca fedakârlıklarla muhâfaza ettiği himâyet hakkında Avrupa bizden nez’ etmek mi istiyor. Bu hakkı zâyi’ ettikten sonra bana saltanatın dahî lüzumu yoktur. Bir Macar’ı elli bin Osmanlı kanı döker yine muhâfaza ederim.” diyerek Avusturya ve Rusya’yı karşısına almıştı. Çünkü “…Bu adamlar Memâlik-i Devlet-i Aliye’de misâfir ve zaten dahî mu’teber ve meri’ü’l-hâtır ve vatan ve familyalarından dûr ve mahcûr olmuş olmaları kalben mahzûn münkesir ol[muşlardı].” der. Bunları yolda bırakmak olmazdı. Dolayısıyla mültecilerin sevinci anlaşılır bir durumdu. Çünkü mültecilerin ülkelerine gönderilmesi, onların hayatlarını tehlikeye atacak ve oldukça zor koşullara maruz kalmalarına yol açacaktı. Bu yüzden Osmanlı Devleti’nin bu süreçteki kararları oldukça önemliydi. Mültecilerin sevinçleri, bu açıdan bakıldığında haklı bir sevinci ifade ediyordu.
Osmanlı Devleti’ne sığınanlar arasında çok önemli isimler vardı ve bunlar Müslüman olmuşlardı.3 Osmanlı Devleti’ne sığınan mültecilerin en meşhurları arasında; Macar General Bem (Murat Paşa), Polonyalı Michal Czaykowski (Sadık Paşa), Polonyalı Seweryn Bilinski (Nihad Paşa), Polonyalı Wladyslaw Koscielski (Sefer Paşa), Polonyalı Antoni Aleksander İlinski (İskender Paşa), Polonyalı Konstanty Borzecki (Mustafa Celaleddin Paşa), Macar General György Kmety (İsmail Paşa), Macar General Baron Maximillian Stein (Ferhad Paşa), Macar Richard Debaufre Guyon (Hurşit Paşa), Polomyalı Wladyslaw Czajkowski (Muzaffer Paşa), Bonkowski Paşa gibi önemli kişiler bulunmaktadır. Mültecilerin büyük bir kısmı ülkelerine dönerken, bir kısmı da Müslüman olduktan sonra Osmanlı topraklarında kaldı.4 Mülteciler meselesi bu şekilde halledildikten sonra Osmanlı topraklarında kalan mültecilerin geleceğinin ne olacağı konusu gündeme geldi. Bunlar için verilen en pratik ve isabetli karar kuşkusuz mültecilerin ordu başta olmak üzere devletin çeşitli kademelerinde istihdam edilmeleri şeklinde oldu. Bu, birkaç açıdan önemliydi ve önemli sonuçları oldu. Mültecilerin büyük bir kısmı kalifiye idi ve bunlar, erden generale, çeşitli rütbelerde subaylar, mühendisler, mimarlar, ekonomistler, denizciler, eğitimciler, doktorlar, eczacılar, baytarlar, sanatçılar, yazarlar ve sarraçların yanı sıra önemli meslek gruplarına mensup insanlar ile çiftçiler, ayakkabı ustaları, marangozlar, lokantacılar, değirmenciler, arabacılar, mücellitler, duvar kâğıdı ustaları gibi birçok zanaatkârdan oluşuyordu. Mültecilerin içinde bulundukları niteliksel durum, modernleşme sürecini yaşayan Osmanlı Devleti için ihtiyaç duyulan önemli bir kaynak, kalifiye eleman kaynağı hüviyetindeydi. Çünkü Tanzimat Fermanı’yla Türk modernleşmesinin Anayasası belirlenmişti ve bu, yeni bir modernleşme istikametini ifade ediyordu. Bu yeni süreç yeni düşünce biçimlerini, yeni medeniyet tasavvurlarını ifade ediyordu. Bu ise ancak yeni ve yetişmiş kadroların işiydi.
İşte Leh ve Macar mültecileri, bahsedilen yeni durum için oldukça uygun bir görünüm teşkil etmekteydi. Dolayısıyla Osmanlı topraklarında kalan mültecilerin, devletin çeşitli birimlerinde istihdamlarının ne kadar faydalı ve ihtiyaç duyulan kalifiye eleman için önemli bir kaynak olacağına karar verildi. Mültecilerin istihdamlarının Avusturya ve Rusya ile sorun teşkil etme riskine rağmen mültecilerin hemen hepsi devletin sivil ve askerî birimlerine istihdam edildiler. Bu, önemli bir beyin göçü hadisesi olarak kabul edilebilir. Zira mültecilerin hemen hepsi mesleklerinde yüksek seviyelere gelmiş, çalışma alanlarıyla da ülkelerinde önemli işler gerçekleştirmişlerdi. Bu hâliyle 19. yüzyılın en yoğun beyin göçü hareketi özelliğini taşımaktadır. Özellikle rütbeli askerler, komuta kademesinin en üst seviyelerine çıkmışlardı ve askerî düşünce ve teknik açılardan Avrupai özelliklere haizdiler. Osmanlı devlet adamlarının ihtiyaç duyduğu Batılı düşünce normlarına uygun kadroların özellikleri mültecilerin çoğunda vardı. Bu yüzden istihdamları konusunda Osmanlı devlet adamları oldukça istekliydiler ve istihdam edilmelerine kolay karar verildi. İstihdam daha çok askerî alan ağırlıklı oldu, zira mültecilerin büyük çoğunluğu rütbeli askerdi. Bunların bir kısmı da aynı zamanda entelektüel olarak Avrupa düşünce dünyasının temel özelliklerini taşıyorlardı. Bu iki özelliği taşıyan mülteciler Osmanlı modernleşmesinin yapısal ve fikrî ayaklarında rol oynamışlardır. Osmanlı Devleti’nin, büyük risklere rağmen kendilerine kucak açmalarının bedelini ödemek konusunda oldukça istekli davrandılar. Bunu vefa borcu olarak görenler de az değildi. Mültecilerin Türk ülkesini ikinci vatanları olarak gördüklerini, kendi açıklamalarından anlamak da mümkündür.
Başta Padişah olmak üzere devlet adamları, mültecilerin liyakatlerine uygun birimlerde görevlendirilmeleri konusunda gerekli hassasiyete sahiptiler. Hatta bazıları, padişahın yakın çevresinde görevlendirilmişlerdir. Mültecilerin, özellikle de Polonyalıların, görev aldıkları birimlerde yaptıkları çalışmalarla Osmanlı modernleşmesinde kritik roller oynamışlardır. Özellikle askerî alanda gerçekleşen değişimlerde etkileri büyük olmuştur. Bunun dışında; tıp, mühendislik, hukuk, eğitim ve bayındırlık gibi birçok alanda mültecilerin boy gösterdiğini bilmekteyiz. Türkiye’den erken ayrılsa da Murat Paşa (General Bem), uzun yıllar görev yapan Mehmed Sadık Paşa (Michal Czaykowski), Muzaffer Paşa (Wladyslaw Czajkowski), Sefer Paşa (Wladyslaw Koscielski), İskender Paşa (Antoni Aleksander İlinski), İsmail Paşa (General Kmety), Hurşid Paşa (General Guyon), Ferhad Paşa (General Stein) ve Mustafa Celaleddin Paşa (Konstanty Borzecki)5 gibi önemli şahıslar bu kadroda bulunmaktadır. Bu sayılan isimler, öncelikle askerî alanda önemli çalışmalarda bulunarak Türk modernleşmesine katkıda bulunmuşlardır. Polonyalı Hayreddin Bey (Karol Karski) ile Mustafa Celaleddin Paşa (Konstanty Borzecki)’nın Türk düşünce hayatına katkıları oldukça önemlidir. Mustafa Celaleddin Paşa, yazdığı Eski ve Yeni Türkler kitabı ile Türk milliyetçiği için önemli bir tarihî vazifeyi yerine getirmiştir. Yine Polonyalı Hayreddin Bey de başta meclis, partiler ve Latin alfabesi konularında fikirler serdederek, bu konulardaki tartışmaları oldukça etkilemiştir. Basında çıkan tartışmalarda, kamuoyunun bilgilenmesinde oldukça etkili roller oynamıştır.
Mehmed Sadık Paşa da askerî alan çalışmaları ile tanındı. 1855 yılında kurduğu Kazak Alayları’yla Balkanlarda çıkan isyanların bastırılmasında etkin roller oynamıştır. Sadık Paşa’nın oğlu Muzaffer Paşa da askerî eğitim kurumlarında verdiği dersler, yazdığı kitaplarla oldukça etkili bir hoca oldu. Bunun yanında Cebel-i Lübnan mutasarrıflığı yaparak, istikrarsızlık nedeniyle ortalama 2-2,5 yıl görev yapabilen mutasarrıflardan farklı olarak 7 yıldan fazla görev yapmıştır, bu süre onun etkili bir yöneticilik yürüttüğünü göstermektedir. Görevi sırasında yerel güç odaklarına karşı kararlı bir duruş sergilemiş, bu yüzden de defalarca İstanbul’a şikâyet edilmiştir. Bir başka örnek Sefer Paşa’dır. Sefer Paşa, Osmanlı süvarilerinin genel müfettişliği göreviyle bu askerî birimin modernizasyonu konularında birçok proje hazırlayarak değerli katkılarda bulunmuştur. Osmanlı ordusunda istihdam edilmiş bir diğer kurmay İskender Paşa (Antoni Aleksander İlinski)’dır. İskender Paşa özellikle Balkanlarda çıkan isyanların bastırılmasında etkin roller oynamıştır. Önce askerî alanda sonra da fikir hayatında etkili olmuş olan Mustafa Celaleddin Paşa, modernleşme döneminin en kritik zamanlarında hem fikrî hem de yapısal dönüşüm girişimlerinde aktif bir şekilde bulundu. Ancak o daha çok Türk milliyetçiliğinin tarihî, filolojik ve etnolojik kaynağı olarak değerlendirilebilecek olan Eski ve Yeni Türkler kitabını yazmasıyla tanınmıştır. Mustafa Celaleddin Paşa, Mustafa Kemal Atatürk’ü etkileyen önemli aktörlerden biri olarak değerlendirilebilir. Yine Almed Rüstem Bey (Alfred Bilinski)’den de bahsetmek gereklidir. Amerika’da büyükelçilik gibi önemli bir vazife üstlenen Ahmed Rüstem Bey, Türkiye’nin Ermeni tezlerinin savunulmasında etkin ve etkili roller oynamıştır. Cihan Harbi ve Türk Ermeni Meselesi adıyla Türkçeye çevrilen kitabında Türk tezlerini savunmayı, Osmanlı Devleti’ne bağlılık olarak görmekteydi. Nihad Paşa (Seweryn Bilinski), isminden bahsetmemiz gereken mülteci subaylardan biridir. Nihat Paşa, Kırım Harbi’nde çeşitli cephelerde görev yapmış, Bulgaristan Komiserliği’nde bulunmuş önemli bir kişiliktir. Burada görevli bulunduğu süre zarfında Türklere karşı yapılan haksızlıkları önlemek için oldukça uğraşmıştır. Osmanlı ordusunda istihdam edilmiş bir başka şahsiyet General Baron Maximillian Stein (Ferhad Paşa)’dir. Ferhad Paşa çeşitli ordu bünyelerinde görev yapmış, ıslahat raporları hazırlayarak orduda düşünülen ıslahat hareketlerine katkıda bulunmuştur. Osmanlı topraklarında uzun süreler kalmasa da Osmanlı ordusunda Şam’da görev yapan Richard Debaufre Guyon (Hurşit Paşa)’dan da bahsetmek gerekir. Yine tıp alanında isminden söz ettiren Macarlı Abdullah (Karl Eduard Hammerschmidt), tıp alanında oldukça aktif rol almış ve Zooloji, Parazitoloji, Bakteriyoloji ve Viroloji’deki buluşları ile Osmanlı tıbbının Avrupa’da tanınmasını sağlamıştır. Bahsedeceğimiz son örnek ise Bonkowski Paşa’dır. Tıbbiye’de muallimlik görevlerinde bulunmuş, Türk eczacılığının kurumsallaşmasında önemli roller oynamıştır. Kolera ile ilgili çalışmaları ile de tanınan Bonkowski Paşa, Saray kimyacılığına kadar yükselmiştir. Bunlardan başka örnekler de söz konusudur. Ancak yazının hacmi bunlara değinmek için yeterli olmadığından bunlar ile yetinilmiştir.
Osmanlı Devleti’nin en buhranlı döneminde gerçekleşen mülteciler meselesi, devletin sınırlı diplomatik olanaklarının üstünde bir başarı gösterilerek çözülmüş diplomatik bir mesele olarak kabul edilebilir. Ancak bu meselenin asıl önemli yönü, şüphesiz Osmanlı Devleti’ne sığınan Leh ve Macar mültecilerinin ordu dâhil devletin çeşitli birimlerinde istihdam edilmeleridir. Bu, Osmanlı Devleti için önemli bir nitelikli nüfus hareketi olarak değerlendirilmiştir. İstihdam edilen mültecilerin büyük bir kısmı Müslüman isimleri almışlar ve bu isimlerini hayatlarının sonuna kadar kullanmışlardır. Sivil ve askerî alanlarda görev yapanlar arasında görevi sırasında yaralanıp şehit düşenler bile olmuştur. Bunu, Osmanlı Devleti’ne sığınıp Osmanlı topraklarını kendi vatanları olarak gördüklerinin bir nişanesi olarak görmek gerektiği için ifade etme gereği duyulmuştur. Osmanlı Devleti ise bunların istihdamında oldukça dikkatli davranarak kurumlarda dengelerin bozulmasına fırsat vermemeye çalışmıştır.
Kaynakça
Ahmet Rüstem Bey, Cihan Harbi ve Türk Ermeni Meselesi, (Cengiz Aydın), İstanbul 2001.
Dopierala, Kazimierz, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Polonyalılar”, Savaş ve Barış: 15-19. Yüzyılları Arasında Osmanlı-Leh 1lişkileri, İstanbul 1999.
Ekmelettin İhsanoğlu-Ramazan Şeşen-M. Serdar Bekâr; Osmanlı Askerlik Literatürü Tarihi, Cilı: 2, İstanbul, 2004.
Gökbilgin, Tayyip, “19. Asır Sonlarında Türk-Macar Münasebetleri ve Yakınlığı”, Nemeth Armağanı, Yayına Hazırlayanlar: Janos Ercman Agâh Sırrı Levent Mecdut Mansuroğlu, Ankara 1962.
Gümüş, Musa, “1848 Mülteciler Meselesi Örneğinde 19. Yüzyıl Türk Diplomasisi”, History Studies International Journal of History, Cilt: 2., Sayı: 2., Sayfa: 255-280., 2010.
Gümüş, Musa, “Leh ve Macar Mültecilerinin Osmanlı Devleti’ne Sığınması Beyin Göçü Olarak Değerlendirilebilir Mi”, Tarih Okulu Dergisi, Cilt: 8., Sayı: XXIII, Sayfa: 363-387., 2015.
Gümüş, Musa, “Mehmed Sadık Paşa Michal Czajkowski ve Osmanlı Devleti’nde Kazak Süvarî Alayı”, International Priodical For Language, Literature and History of Turkish or Turkic, Cilt: 5, Sayı: 2, Sayfa: 1262-1275., 2010.
Gümüş, Musa, “Osmanlı Devleti’nin Yabancı Uzmanları İstihdam Politikaları: Kıllet-i Ricâle/Memûrine Çare Arayışları”, Osmanlı Devleti Hizmetindeki Yabancılar, Selenge Yayınları, İstanbul 2020.
Gümüş, Musa, “Türk Yenileşme Hareketleri İçinde Leh ve Macar Mültecileri Kitabevi Yayınları”, Nizâm-ı Cedid Başlangıcının 220. Yılı Münasebetiyle Tarih Boyunca Yenileşme Hareketleri, Kitabevi Yayınları İstanbul 2014.
Gümüş, Musa, Osmanlı Modernleşmesinde Yabancılar – Leh ve Macar Mülteciler, Libra Yayınları, İstanbul 2019
Nazır, Bayram Mülteciler Meselesi (1845-1851), (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Erzurum 1999
Saydam, Abdullah, “Müslüman Olan Macar Mültecileri Meselesi”, Toplumsal Tarih, Cilt: IV., Sayı: 24., Sayfa: 16-21., İstanbul, 1995.
Sofuoğlu, Ebubekir, “Abdülmecid ve Macar Mülteciler”, Tarih ve Toplum, Cilt: 36., Sayı: 215., İstanbul 2001.
Şimşir, Bilal, “Amerika’da Ermeni Propagandası ve Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey”, Ermeni Araştırmaları, Sayı: 2., Ankara 2001.
Toros, Taha, Geçmişte Türkiye Polonya İlişkileri, İstanbul 1983, s. 23; György Csorba, “Macar Mültecileri”, (Çeviren: Erol Hatipli), Türkler, Cilt: 12., Ankara, 2002.
Dipnotlar:
- Düşük rütbelerde olanlar ise emir erleri olmaları dolayısıyla ilk elden iadelerinin uygun olacağı düşünülmekteydi.
- Sonradan peyderpey gelenlerle birlikte sayı, 10.000’in üstüne çıkmıştı. Ancak bunların büyük bir kısmı küçük rütbeli olduğu ve sorumlu tutulmadıkları için ülkelerine geri döndüler.
- 1848 mülteciler meselesi sırasında sığınanlardan başka, sonraki süreçte de sığınanlar olmuştur.
- Müslüman olmadan Osmanlı topraklarında kalan mülteciler de söz konusuydu. Özellikle mülteciler meselesinden bağımsız olarak sonradan gelenler arasında, Müslüman olmadan da Osmanlı topraklarında kalan ve Osmanlı hizmetinde bulunanlardan söz edilebilir.
- Anne tarafından Nazım Hikmet’in dedesidir.