Osmanlıdan Günümüze Göç Politikası
Mülteci kelimesi Türk Dil Kurumu’na göre “Bir başka yere ya da ülkeye sığınan kimse.” olarak tanımlanıyor. Aslında mülteci kelimesi dilimize Kur’an-ı Kerim’de yer alan melce ve iltica kelimelerinden geçmiştir. Müfessirler tarafından Yahudiler hakkında olduğuna ittifak edilen, Al-i İmran suresi 112. ayetinde iltica kelimesi şöyle yer almaktadır: “Onların üzerlerine nerede bulunurlarsa bulunsunlar zillet (damgası) vurulmuştur. Meğerki Allah Teâlâ’dan bir ahde ve Müslümanlardan bir ahde iltica etsinler. Ve Allah Teâlâ’dan bir gazaba uğradılar ve onların üzerine meskenet de vuruldu. Bu da onların âyât-ı ilâhîyyeye küfretmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri sebebiyledir. Çünkü âsi olmuşlar ve haddi tecavüz eylemekte bulunmuşlardı.”
Aynı kökten ek alarak türeyen melce, iltica ve mülteci kelimeleri genel olarak; sığınmak, kurtuluş için imdat istemek, birinin himayesini talep etmek, dayanak noktası aramak, halas olmak gibi anlamları ifade etmektedir.
Sadece kelime anlamıyla dahi ele alındığında, mültecinin ne kadar zorda olduğu, dara düştüğü, acziyet hâlinde olduğu, yardıma muhtaç durumda bulunduğu, imdat ve medet beklediği, o yüzden de ilticada bulunduğu anlaşılacağı gibi iltica edilen, yardım, kurtuluş, dayanak ve himaye talep edilen tarafın da ne kadar merhametli, alicenap, kudretli ve güvenilir olduğu anlaşılır.
Malumdur ki her canlı ancak güvendiği, kuvvetine itimat ettiği, merhametine inandığı ve adaletinden emin olduğu birinden yardım ister ve ancak öyle birisine sığınır.
Nasıl ki masum ve yardıma muhtaç aciz bir yavru, yalnız ve yalnız annesinin şefkatli sinesine sığınır, onun tatlı tokadından korktuğu anda bile, onun merhametli kollarına iltica ederek huzur bulur; aynen öyle de kadim ve asil Türk milleti adaleti, merhameti, kudreti, alicenaplığı ve diğer birçok yüce seciyeleri nedeniyle tarih boyunca mazlumların, muhtaçların, zulme uğramışların himayecisi, sığınağı, güvenli limanı ve âdeta yıkılmaz, korunaklı bir kalesi olmuştur.
Bunlardan bir tanesi 1849 yılındaki Macar halkının Osmanlıya sığınmasıdır. Macarlar, tarihleri boyunca özgürlüklerinden taviz vermeyen bir ulus olarak tanınmıştır. Hiçbir zaman başka bir devletin ve milletin hükmü altına girmeyi kabul ya da tahammül etmemişlerdir. Bir tek istinası vardır. Sadece Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin hükmü altında yaşamayı kabul etmişlerdir. Hatta Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinde olmayı kendileri talep etmişlerdir. Zira onlar da pekiyi biliyorlardı ki; ancak Osmanlı Devleti hâkimiyeti altında iken hürriyetlerine, özgürlüklerine halel gelmeyecekti. Osmanlının kendisine iltica eden kimseye esaret yaşatmayacağını, zulüm etmeyeceğini, mallarını ve namuslarını muhafaza edeceğini biliyorlardı. Nitekim 1848 İhtilali’nde Macaristan’ın kazandığı tüm haklar sona erdiğinde liderleri Lajos Kossuth, Sultan Abdülmecid Han’a bir mektup yazarak, Osmanlıya sığınmayı talep etmiştir.
14 Nisan 1849 tarihindeki Macaristan’ın bağımsızlık ilanından sonra Avusturya’ya karşı üstünlük elde edecekleri sırada, Rusya’nın Avusturya’ya destek vererek Macaristan’a saldırması ile birlikte savaşın gidişatı tersine döndü.
Kossuth, savaşın kaybedileceğini anlayarak kritik bir karar ile Orsova’ya geçmiş ve sığınma talebinden ibaret olan mektubunu, yeryüzündeki en vefalı ve en mert milletin o günkü temsilcisi olan Sultan Abdülmecid Han’a göndermiştir. Abdülmecid Han’ın bu talebe verdiği cevap, o asil milletin liderine yakışır olmuştur. Özetle bilmana: “Mülteciler bizim misafirimizdir. Misafirin canı, malı, namusu ev sahibine emanettir. Biz millet olarak bir tek misafirin saçının tek bir teline zarar gelmesinden ise gerekirse 50 bin şehit vermeyi yeğleriz.” demiştir.
Bunun üzerine Lajos Kossuth ve tebaası dedelerimize, Osmanlıya sığınmışlar; devletimiz de Rusya ve Avusturya’nın şiddetli baskılarına rağmen Kossuth ve yanındakileri teslim etmeyerek, bütün mültecilere sahip çıkmıştır. Memleketimizde hem Kossuth hem de maiyeti her daim hürmet ve nezaket ile ağırlandılar. Önce Vidin’de misafir edilmişler, daha sonra Şumnu, Kütahya, Halep ve Malta Adası’nda ikamet etmişler ve tüm masrafları devlet tarafından karşılanmıştır.
Avusturya, Macarların başkaldırmış isyancılar olduğunu ileri sürüp Belgrad Antlaşması’nın 18. maddesini gerekçe göstermiş, Rusya ise mültecilerin kendi tebaası olduğu gerekçesi ile sığınmacıların iade edilmelerini resmen talep etmiştir. Sultan Abdülmecid, Macar ve Polonyalı sığınmacıların iadesi için Rusya ve Avusturya’nın baskılarına, ültimatomlarına ve notalarına mukabil geri adım atmayarak, “Tacımı veririm, tahtımı veririm lakin devletime sığınanları asla vermem.” demiştir.
İnsan haklarına sözde değil özde, realitede, uygulamada bu denli özen gösterilmesi; İngiltere’den Amerika Birleşik Devletleri’ne kadar sönmemiş vicdanlarda karşılık bulmuştur. Sözde insan haklarından dem vuran Batılı devletlerin halklarında, Osmanlı Devleti’ne karşı büyük bir sempati doğdu. Nitekim bir savaşa sebebiyet verecek derecede büyük bir diplomatik krize dönüşen mülteci
konusu, Avrupa kamuoyunun Osmanlı lehinde olması nedeniyle savaş olmadan neticelenmiştir. İngiltere ve Fransa sokaklarında Osmanlı lehine yürüyüş ve gösteriler düzenlenmiş, hatta Londra’daki İngiliz gençler, Osmanlı elçisi Mozorus Paşa’yı taşıyan at arabasını atlardan ayırarak elçilik önüne kadar kendileri taşımışlardır.
Kossuth, Osmanlı Devleti’nden ayrılıp, İngiltere’ye gittikten sonra yaptığı konuşmada; hayatını koruyan, baskılara boyun eğmeyip, kendisini düşmanlarına teslim etmeyen Türkler hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Bugünkü hayatım ve hürriyetime sahipliğim, Avusturya ile Rusya’nın tehditlerine, baskılarına rağmen beni ve arkadaşlarımı muhafaza eden Türkler sayesindedir. O Türkler ki, yüksek hislerle ve insan haklarına saygılı oluşları ile tüm tehditlere boyun eğmediler. Türk milleti bu yönüyle üstün bir güce sahiptir. Türkiye’nin bugün ve istikbalde mevcut olması, Avrupa’nın ve insanlık âleminin yararınadır. Ben, Türklerden gördüğüm lütuf ve saygının hatıralarıyla yaşayacağım.” (Karadoğan, agm, s. 13-14; Dénes, Jánossy, A Kossuth-Emigráció Angliában és Amerrikában 1851-1852, C.II, A Magyar Történelmi Társulat, Budapest 1944, s. 9- 15.)
Keza Osmanlı Devleti, 1847 yılında büyük bir açlık, hastalık ve sefalete giriftar olan ve bizden 4 bin kilometreden daha uzakta bulunan İrlanda halkına hem nakdi hem de gıda yardımında bulunmuştur. 7 yıl devam eden, yaklaşık 3 milyon insanın hayatını kaybettiği ve kitlesel ölümlere sebep olan bu sürece yüce Türk milletinin vicdanı dur demiştir. Kıtlık ve hastalıkla kırılan İrlanda halkına, o büyük (!) Britanya İmparatorluğu sadece 2 bin sterlin yardımda bulunurken, Osmanlı Devleti 10.000 sterlin yardımda bulunmak için adım atmıştır. Ancak Kraliçe Victoria, kibirinden, bu yardımın azaltılmaması durumunda yardımın İrlanda halkına ulaştırılmayacağını söylemiştir. Bunun üzerine Sultan Abdülmecid Han, yardımı ilk sefer için bin sterlin olarak gönderdi. Ancak nakdi yardımın yanı sıra gıda ve temel ihtiyaçlarla dolu beş büyük gemiyi de bölgeye sevk etti. İngiliz Hükûmeti bunu da engellemeye çalışsa da, yardımlar, Osmanlı gemileri tarafından Dublin yakınlarındaki Drahoda Limanı’na indirildi. Böylelikle belki de binlerce insan ölümden kurtuldu.
İrlanda’daki asilzadeler ve halk da padişaha bu jestinin karşılığı olarak teşekkür maksadıyla bir mektup yolladı. Mektubun aslı, Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunuyor.
“Zat-ı Şahaneleri Osmanlı Mülkünün Sultanı Abdülmecid Han’a, Aşağıda imzası bulunan biz İrlanda eşrafı, siz zat-ı devletlerinin mağdur ve perişan İrlandalılara karşı gösterdiğiniz alaka ve geniş kereminiz dolayısıyla minnet ve en derin şükranlarımızı arz için müsaade istirham ediyoruz. Yine ahalimiz adına ihtiyaçlarımızın görülmesi için siz zat-ı şahaneleri tarafından yapılan bin sterlinlik nakdî yardım sebebiyle teşekküre cesaret eyliyoruz.”
Bu mektuptan 163 yıl sonra bu kez sözlü teşekkür geldi… Dönemin İrlanda Cumhurbaşkanı Mary Mcaleese, 2010 yılında Ankara’yı ziyaret etti. “İrlanda halkı bu eşine az rastlanır bonkörlük girişimini asla unutmadı.” dedi.
Mcaleese, şöyle devam eder: “19. yüzyılda ulusumuz, kıtlığa bir milyon kurban verdi. Bugün bize yardım eden Türkleri hâlâ unutmadık. Sultanınız bize 5 gemi dolusu gıda maddesi yolladı. Drahoda kentinde bu yükler boşaltıldığında halk o kadar minnettar kaldı ki güzel ay ve yıldız sembolünü kendi sembolleri arasına kattı.”
İrlandalılar, yapılan yardımları tarih boyunca unutmadı. 1923 yılında Lozan’da görüşmelerde tüm ülkelere karşı Türkiye’yi desteklediler… Ünlü şairimiz Yahya Kemal ile İrlanda temsilcisi arasında da ilginç bir diyalog yaşandı.
Yahya Kemal, “Herkes bizim aleyhimizdeyken siz, her seferinde lehimize oy kullanıyorsunuz; bunu niçin yapıyorsunuz?” diye sordu. İrlandalı temsilci Yahya Kemal’e, “Biz bir yandan açlık ve kıtlıktan kırılıp, bir yandan salgın hastalıkla boğuşurken diğer Avrupalılardan hiçbir yardım ve destek görmedik. Ama sizin Osmanlı dedeleriniz, yardım olarak hem para hem de gemiler dolusu erzak gönderdiler. O zor günlerde bize insanca, dostça uzanan eli asla unutamayız. Siz her zaman desteklenmeye lâyık bir milletsiniz; bunu çok iyi hak ediyorsunuz!” diye cevap verdi.
İrlanda’da Osmanlı yardımının etkisi her zaman büyük oldu. 1995 yılında şehrin 800. kuruluş yıl dönümünü kutlayan Drogheda Belediyesi’nce yaptırılan plaket, Türk gemicilerin misafir edildiği eski belediye sarayının duvarına çakıldı. Şehrin ve ülkenin ünlü futbol kulübü Drogheda United’ın simgesinde ise ay yıldız kullanıldı. Takma ismi Türkler olan Drogheda takımı 1919 yılında kuruldu ve 2010 yılında da Trabzon ile kardeş kulüp oldu. (https://www.samsunbulten.com/osmanli-irlanda-ya-yardim-etmisti_7817.html)
Osmanlı Devleti, kuruluşundan yıkılışına kadar birçok mültecinin sığındığı ilk kapı olmuştur. Mültecilerin içinde halktan insanlar olduğu gibi subaylar, devlet adamları ve krallar da vardır. 1700’lü yıllarda Macar Kralı Thököly Imre’nin Avusturya’ya kaybetmesinden sonra, karısı ve kendisi Osmanlı Devleti’ne sığınmıştır. Kaldığı süre boyunca, toplam altı sene, bütün ihtiyaçları devlet tarafından karşılanarak ağırlanmıştır.
Osmanlı Devleti’ne sığınan bir diğer devlet adamı, Rusya’ya mağlup olan, İsveç Kralı Şarl da 1709 yılında Ruslara karşı kaybedince Osmanlı Devleti’ne iltica etmiş ve beş sene misafir Devlet Başkanı olarak ağırlanmıştır. Onun da tüm ihtiyaçları devlet hazinesinden karşılanmıştır.
Örnekleri çoğaltmak mümkün ancak maksat hâsıl oldu kanaatindeyim. Velhasıl biz; yüce, asil, merhametli, alicenap Türk milletiyiz. Türk beklenilendir, Türk gözlenendir, Türk özlenendir… Bizden medet isteyenlere, yardım dileyenlere sırtımızı çevirmek fıtratımızda yoktur. Dinine, inancına, milliyetine bakmadan zorda olan, yardım dileyen herkese yardım elimizi uzatmışız, uzatacağız. Bu, her millete nasip olmayan bir vasıftır. Bunu terk etmeyiz, edemeyiz. Mazlum ve acziyete düşmüş, kapımıza gelmiş, yardım dileyen kimsenin yüzüne kapıyı çarpamayız. Bu hususta kendimizi başka milletler ile kıyaslamak gafletine de düşemeyiz. Zira yaratılmış her şey fıtratının gereğini yapar.
Ancak şu da var ki; biz merhametli, alicenap, koca yürekli olduğumuz kadar da, ferasetli ve zeki bir milletiz. Kendimizi kullandıramayız, iyi niyetimizi suiistimal ettiremeyiz. Evet, biz tarih boyunca gösterdiğimiz alicenaplıktan vazgeçmeyip tüm insanlığa, bahusus dünyadaki tüm Müslümanların büyük kardeşi, abisi ve önderi olarak kucak açacağız. Lakin İrlanda’ya yardım örneğinde olduğu gibi yardıma ihtiyacı olanlara mümkün olduğunca kendi yerleşkelerinde sahip çıkılması ve denetimi zorlaştıracak şekilde davranılmaması gerektiğini de unutmamak gerekir. Buna binaen, zaruret olmadığı sürece, ülkenin mevcut sınırları içine dâhil etmeden, kendi bölgelerinde kollayıp gözetilmeli ve yardım eli uzatılmalıdır. Zaten her şeyin aslına rücu ettiği, bir gün aslında bizim olan toprakların yine gerçek vatan sınırlarına kavuşacağı inancındayım.