Şinasi’nin Münâcât’ından Hareketle Kültür Çatışması
1826 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Şinasi, bahtsızlıklar ile yüzleşmeye tam da bu sırada başlamıştır. “Babasının mesleği nedir? Doğum tarihi nedir? Nerede yaşamıştır?” gibi soruların cevabı kesin olarak bilinmemektedir. Hayatı hakkında çok çeşitli rivayetler vardır. Yazarın ölümünden sonra da bahtsızlık peşini bırakmaz. Gömüldüğü yere apartman dikilir ve bunun sonucunda mezarının yeri tam olarak bilinemez. Müellifin anısına, İstanbul Valiliği de yapmış olan dönemin belediye başkanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay bir büst yaptırır ama bir süre sonra o büst de çalınır. Tüm bunlar Şinasi’nin talihsizliklerini göstermesi bakımından mühimdir. Ayrıca, Şinasi’nin söylediği şu beyit, anlatılanların özeti mahiyetindedir:
Göğe mi erdi başım yeryüzüne geldimse
Var mı bak bencileyin yıldızı düşkün kimse
Şinasi’nin Türk edebiyatı için önemi, yazdığı metinlerden ziyade, işlediği ve yerleştirmek istediği düşünce yapısıdır. Onun önemli addedilen manzume ve nesirleri incelendiğinde aklı ön plana aldığı, dilde sadeliği savunduğu ve Doğu-Batı sentezine yer verdiği görülür. Ahmet Hamdi Tanpınar da Şinasi’nin önemini şu ifadelerle anlatır:
“Sadelik ve yenilik uğruna, alışılmış mükemmelliklerden kaçınan, kafiye temrinlerini, bitirilmiş şiire tercih eden şair, dilimize ve edebiyatımıza mihver değiştiren aksiyonunu sekiz on manzume ile birkaç kıt’a münferit beyitle yapmıştır.”
Yukarıda belirtilen vasıflardan en mühimi gerçekliktir. Şinasi’nin Auguste Comte’un pozitivizminden etkilenerek edebiyatta kullandığı bu mefhum, akıl ile gönlü âdeta birbiri ile çarpıştırır. Çünkü biri için bilim, akıl ve somut olan gerçekler söz konusuyken diğeri için gönül, his ve hakikat önemlidir. Akıl ile gönül arasındaki bu farklılık, devrin kültürel çatışmasını da göstermektedir. Bir tarafta Batı’nın temsili akıl, diğer tarafta Doğu’nun temsili gönül vardır. Şinasi’nin dikkatli bir şekilde okunması, Doğu- Batı ikilemi bağlamında yaşanan kültürel çatışmayı yansıtması açısından kıymetlidir. Yazıda amaçlanan, Şinasi’nin Münâcât’ını merkeze alarak yaşanan kültürel çatışmayı ortaya koymaktır. Böylece Doğu-Batı arasındaki ikilemin boyutları gösterilecektir.
Osmanlı Devleti, 1453 yılında Doğu Roma’nın elinde bulunan İstanbul’u topraklarına katar. Böylece, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye için devletten imparatorluğa geçiş gerçekleşmiş olur. Osmanlı İmparatorluğu artık çok uluslu bir yapıya sahiptir. İmparatorluk hüviyeti kazanan bir devleti, anayasa olmadan yönetmek imkânsızdır. Bunun farkında olan Fatih Sultan Mehmed, “Kanunnâme-i Âl-i Osman” adını taşıyan ve “ilk anayasa” denilebilecek bir metin yayımlatır. Abdülkadir Özcan’ın tespiti de bu konuda oldukça mühimdir:
“… İstanbul’un fethiyle kuruluşu tamamlanan ve gelişme dönemine giren Osmanlı Devleti’nin protokol kuralları, saltanat şeairi, bazı suçlar ve cezaları ile devlet ricali için resmî hitaplarda kullanılan elkab örnekleri ilk defa bir araya getirilmiş bulunmaktadır.”
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki teb’a uzun bir süre birlik ve beraberlik içerisinde yaşamıştır. Ancak başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerinin amacı Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak olduğundan azınlıklar bu amaç uğruna kullanılmıştır. 1699 yılında imzalanan Karlofça Antlaşması ile Osmanlı Devleti, bir anda oldukça fazla toprak kaybı ile karşı karşıya kalır. Batı için de “Osmanlı yenilemez” algısı oldukça net bir şekilde ortadan kalkmış olur. Bunun sonucunda 18. yüzyıl, Osmanlı Devleti için zor dönemlerin başlangıcı niteliği taşır. Çözüm olarak ise “ıslahat” kavramı tezahür eder. Paris’e gönderilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin kaleme aldığı Fransa Seyahatnamesi bu bakımdan oldukça mühimdir. Ayrıca, III. Selim, II. Mahmud, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz döneminde de ıslahatlar devam eder. Ancak Fransız İhtilali ile ön plana çıkan milliyetçilik akımına bir çözüm bulunulamaz. “Osmanlıcılık” prensibi ile hareket edilse de azınlıklar, ayrılıkçı faaliyetlerine devam eder. Bir süre sonra da Osmanlı Devleti, beklenen son olan, yıkılma ile karşı karşıya kalır ve I. Dünya Savaşı’nı kaybetmesiyle bu durum resmî olarak gerçekleşir.
Avrupa devletleri, “Karanlık Çağ” olarak nitelendirilen dönemden aklı ve bilimi ön plana alarak çıkar. Böylece insan, dini değil aklı merkeze almaya başlar. Voltaire, Montesquies, Immanuel Kant ve Hegel gibi isimler aklı merkeze almaları ve Avrupa’nın Karanlık Çağ’dan çıkmasını sağlamaları bakımından oldukça mühim şahsiyetlerdir. Bu durumu gören Osmanlı İmparatorluğu da benzer bir politika uygulayarak Batı’yı merkeze almaya başlar. Çünkü onlar, “aydınlanma”yı gerçekleştirmiş; bunu yaparken de aklı merkeze almıştır. II. Mahmud’un söylediği “Bundan böyle tebaamdan Müslümanları ancak camide, Hristiyanları kilisede, Musevileri havrada tanımak isterim.” şeklindeki sözü bu bakımdan oldukça mühimdir. Mustafa Reşid Paşa’nın 1839 yılında ilan ettiği Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu, Batı’nın isteği üzerine yayımlanmıştır. Metnin içeriğine bakıldığında, yeni olarak nitelendirilebilecek iki madde ile karşılaşılır: Vergi usulündeki değişiklik ve azınlıkların askere alınması. Bu durum da Tanzimat’ın yeni bir medeniyeti temsil etmesinden ziyade Batı’nın baskılarından dolayı tezahür etmiş bir Hatt-ı Hümâyûn olduğunu göstermektedir.
Osmanlı Devleti’ndeki yenileşme, edebiyata da sirayet eder. Yenileşmenin pozitivist ve akılcılık üzerinden ilerlediği düşünüldüğünde, edebiyatın da zikredilen mefhumlardan etkilendiği söylenebilir. Böylece; Âkif Paşa, Sadullah Paşa, Şinasi, Namık Kemâl ve Ziya Paşa gibi aydınların eserlerine Doğu-Batı çatışmasına bağlı olarak kültür çatışması akseder. Çünkü, Doğu için önemli olan his ve duygudur. Batı için ise akıl ve fikirdir. Batı ile karşılaşan aydın, ilgili mefhumlarla da karşı karşıya kalır ve bir çatışma unsuru ortaya çıkar. Bu fikrî çatışma ortamı içerisinde bazı aydınlarımız Batı’yı her yönüyle benimserken bazıları kısmî bir benimseme yolunu izler. Kimileri ise Doğu safında yer alır. Dönemin devlet adamları da halkı yeni fikirler ile buluşturmak için yazar ile şairlere destek verir. Böylece kültürel çatışmanın boyutu daha rahat anlaşılır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Türk Edebiyatında Cereyanlar” adlı makalesinin giriş cümlesi olan “Modern Türk edebiyatı bir medeniyet krizi ile başlar” ifadesi karşılaşılan medeniyet krizinin bir kültür çatışması olduğunu göstermektedir. Başlangıç noktası olarak da 1699 yılı merkeze alınabilir. Çünkü Karlofça Antlaşması ile bir anda oldukça büyük ölçüde toprak kaybı yaşanır. İlerlemiş Batı medeniyeti, Osmanlı için çıkar yol görülür. Askerî okullar, Fransız hocalar, mühendishane, tıp okulu gibi kurumlar zikredilen krizin derinleşmesini sağlayan oluşumlardandır. 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Hatt-ı Hümâyûnu bir dönüm noktası olarak düşünülmektedir. Şinasi’nin kaleme aldığı Münâcât da ilgili krizi belirtmektedir:
Vahdet-i zâtına aklımca şahâdet lâzım
Cân u gönlümle münacât ü ibâdet lâzım
Şinasi’nin pozitivist düşünceden etkilenmesinde yurt dışında eğitim görmesinin etkisi muhakkaktır. Yukarıdaki beyitte de görüldüğü üzere Şinasi, akıl ve gönül arasında kalmıştır. Pozitivist düşünce gereği insan, his ile değil akıl ile hareket etmek zorundadır. Birinci mısradaki düşünce bu fikrin aksetmiş hâlidir. Lakin Doğu medeniyeti merkeze, gönlü ve hissi almaktadır. Bu durumda Şinasi’nin istediği, gönülden his ile Allah’ın varlığına inanmaktır. Ancak bunu başarabildiğini söylememiz mümkün değildir. Bunun bilincinde olan müellif, Münâcât’ı şu beyit ile bitirerek Allah’ın kudretine sığınır:
Beni afv eylemeğe fazl-ı ilâhîsi yeter
Sanma hâşâ kerem-i nâ-mütenahîsi biter
Klasik edebiyatta Allah’ın varlığı sorgulanmaz. Sorgulansa dahi gönül ile manevi bir ilişki kurularak yaratıcının varlığı ispat edilir. Şinasi ise astronominin gelişimine de bağlı olarak somut olan yıldızlardan faydalanır. Öncekiler gibi soyuttan değil somut olan ile Yaratıcı’yı ispata gitmesi, Şinasi’deki gerçekçiliği ve akla yönelmesini göstermesi bakımından oldukça mühimdir:
Şerer-i heybet-i ulviyyesidir yıldızlar
Anların şu’lesi gök kubbesini yaldızlar
Ardından gelen sekizinci beyitte de örneklem devam eder ve dokuzuncu beyitte nihayete erdirilir. Şinasi’nin çıkardığı yargı ise dünyadaki her şeyin onun varlığını ispat edeceği yönündedir. Yazarın bunu yaparken yine de somut olanlardan istifade etmeye devam etmesi, pozitivizmin ve ona bağlı akseden gerçekçiliğin bir tezahürü olması bakımından kıymetlidir. Şinasi, kültürel çatışmanın boyutunu bu şekilde okuyucuya yansıtır:
Varlığın bilme ne hâcet küre-i âlem ile
Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile
Mehmet Kaplan da bu yargıya değinerek Münâcât’taki astronomik ifadeleri şu şekilde yorumlar:
“Şinasi, daha ziyade gözle görülen âlem ve umumiyetle astronomik varlıklar üzerinde duruyor. Onların nizamında bir güzellik ve Tanrı’nın mevcudiyetinin bir delilini buluyor.”
Şinasi’nin istediği “yeni insan”, aklı ile hareket eden ve Batı felsefesini benimseyen bir kişidir. Şinasi, yeni insanın oluşmasını sağlayan kişi olarak ise Mustafa Reşid Paşa’yı gösterir. Mustafa Reşid Paşa için kaleme aldığı kasidede zikrettiği şu beyit bu bakımdan oldukça mühimdir:
Sensin ol fahr-ı cihân-ı medeniyyet ki hemân
Ahdini vakt-i saâdet bilir ebnâ-yı zamân
Bütün bu mukayeselere rağmen Şinasi’nin içi rahat değildir. Çünkü klasik din algısından ziyade gerçekçilik üzerine kurguladığı ve somutu ön plana alan bir algılayış ile dine bakmaktadır. Binaenaleyh, ikilik teşekkül etmiştir. Bir tarafta akıl ile hareket ettiği için mutlu olan Şinasi, diğer tarafta ise gelenek ile hareket etmediği için üzülen Şinasi… Hakikat ile gerçek arasındaki fark tam da burada karşılık bulur. Hakikat, gönülden geçenler iken gerçek ise gönülden geçenlerin akıl ile tasdik edilmesidir. Şinasi bu ikilem ile karşı karşıya kalır ve Ziya Paşa’da da görülen rücu tezahür ederek Allah’ın lütfuna ve bağışlayıcılığına sığınır:
Ey Şinasi içimi havf-ı ilahî dağlar
Sûretim gerçi güler, kalb gözüm kan ağlar
…
Beni afveylemeye fazl-ı ilahisi yeter
Sanma hâşâ kerem-i nâ-mütenâhîsi biter
Sonuç olarak 1699 yılında başlayan yenileşme hareketleri, kültürel çatışmanın görünür boyutta olmasına sebebiyet vermiştir. Bu durumdan Osmanlı aydını oldukça etkilenmiştir. Bir tarafta gönül ve his, diğer tarafta akıl ve pozitivist etki söz konusudur. Bu da aydınlar arasında çatışmaya neden olarak ortaya çıkan durumun metinler üzerinden takip edilmesine olanak sağlamıştır. Şinasi’nin kaleme aldığı Münâcât, kültürel çatışmayı açık bir şekilde gösteren önemli metinlerden birisidir. Akıl ile gönlün çatışması, Doğu ile Batı’nın çatışmasıyla eş değerdir. Bu kültürel çatışmada Şinasi ve Ziya Paşa gibi isimler Allah’ın büyüklüğüne sığınmayı tercih eder. Bu da Tanzimat neslinin yaşadığı kültür çatışmasını net bir şekilde gösterir.