Soykırımın Adı Srebrenitsa
Âkif, 1995’te soykırımın yaşandığı Sırbistan’da, sınır kenti olan Srebrenitsa’ya geldi. O, soykırımda şehit olan Müslümanların kabirlerini ziyarete gelmişti. Kardeşi Asım, 11 Temmuz’dan günler önce Sırplar tarafından dövülmüş ve yaralandığı için Tuzla Hastanesi’ne gönderilmişti. Hastanede olduğu sırada birçok Müslüman öldürülmüş, çok acılar yaşanmıştı. Hastanede olan Asım, böylelikle yaşanan zulümlerden etkilenmemiş, hayatta kalabilmişti. Âkif ve Asım, Potaçari Anıt Mezarlığı’nda buluştular. Birlikte, şehitlerine Kur’an’ı Kerim’den dualar edip, her bir mezar taşına dokunduktan ve öpüp kokladıktan sonra şehitlikten ayrıldılar.
Âkif ve Asım, soykırım sembolü olan Potaçari Anıt Mezarlığı’na ziyaretten sonra yine birlikte Kosova Prizren’e geldiler. Prizren, Kosova’nın güneybatısında, Şar Dağları eteklerinde, herkesin Türkçe konuştuğu, çoğunluğu Türk ve Müslüman olan şirin bir şehirdi. Âkif, soykırımın olduğu günlerde Hukuk Fakültesi’ne kayıt için Türkiye’ye, İstanbul’a gelmişti; 1912 tarihinde Balkanlardan göçen akrabalarının yanında kalıyordu. Bu durum, ileride kendisinde hep bir eziklik hissettirecekti. Prizren’e geldiklerinde; Prizren Kalesi’ni, Akdere’yi, Taşköprü’yü görebilecekleri bir lokantada yemek yiyip çay içtiler. Yaşanılan soykırımı, kayıp yakınlarını konuştular. Yemekten sonra Sinan Paşa Camii’ne gidip yatsı namazını kıldılar ve sonrasında Asım’ın evine gittiler.
Asım, Hukuk Fakültesi’ni Priştine’de yeni bitirmiş, Ağabeyi Âkif ise Hukuk Fakültesi’nden mezun olalı beş yıl olmuş, avukatlık mesleğini yapıyordu. Aynı zamanda Âkif, bir üniversitede ders verirken, bir yandan da aynı üniversitenin Uluslararası İlişkiler bölümünü de bitirmek üzereydi.
Müslümanlara ve Türklere yapılan Srebrenitsa soykırımının üzerinden onca zaman geçmesine rağmen ne acılar hafifliyor ne de kayıp olan birçok kişiye ulaşılabiliyordu. Ölü mü ya da hayatta mı oldukları bilinmiyor; umutlar, bekleyişler, arayışlar hiç bitmiyordu. O yıllarda Sırp güvenlik güçleri tarafından Müslüman kadınlar; kocasının, annesinin, babasının, çocuklarının yanında aşağılanıyor, tecavüze uğruyorlardı. Bununla da bitmiyor, kadınlar ve kızlar karşı geldiklerinde dövülüyor ve öldürülüyorlardı. Eli silah tutan erkeklerin ve yine gençlerin, çocukların öldürülmesini iki kardeş uzun uzun konuşuyorlardı…
Şar Dağları’nda Âkif ve Asım, kardeşleri Kezban ve Meryem’i aramaya başladılar. Çok yorulmuşlar ve iki kardeş, gölgelik yapan yüce bir kaya gölgesine oturmuş konuşmaya dalmışlardı. Ölüm çiçeklerinden bahsediyor, mavi kelebekleri konuşuyorlardı. Tam da o anda nereden geldiğini anlamadıkları bir mavi kelebek gelmiş, Âkif’in eline konmuştu. Heyecanla kelebeğe baktılar, birkaç dakika kalakaldılar ve o sırada kelebek aniden uçtu, gitti… Âkif ve Asım, kelebeğin peşinden koşarak konacağı yere kadar takip ettiler ancak orada ve civarlarında ölüm çiçeklerini göremediler. Kelebek, bir süre sonra oradan da havalanıp uçtu gitti… İki kardeş emin olmak için toprağı kazdılar, hiçbir insan kalıntısı görememişler, yanılmışlardı. Söyleyecekleri ne varsa hece hece, harf harf yüreklerine akıp oraya yerleşmişti… Âkif, “Sağ mı yoksa öldüler mi hiç bilmiyoruz.” dedi. Asım, ağabeyinin gözlerine baktı ve “Hayatta olsalar yanımıza gelmezler mi, bizi bulmazlar mı?” diyecek gibi oldu ama diyemedi. O, sadece sessizce başını öne eğdi, ağladı…
İki kardeş, sessiz kaldıklarında, iliklerinde hissettikleri soykırım ve sürgünün acısını yüreklerindeki sessiz çığlıkta tekrar tekrar yaşıyorlardı… Her suskunluk bir öncekiyle birleşerek koca bir kartopuna dönüşüyordu. Bu durum, yıllar yılları kovaladıkça büyüyor; geçen zaman ve aldıkları eğitimin de etkisiyle bunu daha iyi anlayabiliyor, anlatabiliyorlardı. Srebrenitsa’da yaşananlar, medeni Batı’nın, Avrupa coğrafyasında İslam’ın, Osmanlının, Türk’ün hangi unsuru varsa onu silip atmak planının sadece bir parçasıydı, başka bir şey değildi. Onlara göre Hristiyan bir Avrupa olmalıydı, bunun için de bölünmeye çok müsait olan Yugoslavya ile başlamaksa en uygunuydu. Çatışmalardan önce aileler birbirine saygılıydı. Müslümanlar, Sırplarla ve Hırvatlarla olan komşuluk ilişkilerinde sorun yaşamadıkları gibi birbirlerinin bayramını kutlayan, birbirine selam veren ve oturup konuşan halklar olarak yaşamaya devam etmişlerdi. Hatta o zamana kadar birbirlerine kız alıp kız vermişlerdi. Arada sırada doğan sorunlar ise, büyükler tarafından tatlıya bağlanır ya da bazı büyüklerin dilinde “Ne zaman Osmanlı elini eteğini çekti sorunlar başladı.” diye yorumlanırdı. İki kardeş, büyüklerin niçin böyle konuştuğunu, neden böyle düşündüğünü şimdi daha iyi anlıyordu.
Âkif, sessizliği hiç soramadığı bir soruyla bozdu ve “Asım, komşumuz Gülsüm Teyze’nin kızı Asiye’den hiç haberin oldu mu hayatta mı acaba?” dedi. Asım nasıl diyebilirdi ki biricik ağabeyine, sevdiceği güzel ve akıllı Asiye’nin bir grup güvenlik güçleri tarafından sırayla tecavüze uğradığını, sonra da gururuna yediremeyip kendisini ormanda bir ağaca asarak intihar ettiğini! Ağabeyine, ormanda yakınlarını aramaya giden köylülerin Asiye’nin ölü bedenini günler sonra bulduğunu, kendisinin onu Asiye olarak teşhis ettiğini diyemedi. Sadece “Haberim olmadı ağabey…” diyebildi.
Âkif’in, Prizren’de olduğu sıralarda ormanda bir toplu mezar bulunmuş, iki kardeş hemen oraya gitmişlerdi. Orada, şehitlerin, bombanın etkisiyle darmadağın olmuş kemiklerini, başı bacağı kopmuş eksik bedenlerini, yarım kalan hayatları, umutları, yakınlarını arayan ve dayanamayıp ağlayan, feryat eden insanları görmüşlerdi. Yaşanan vahşeti, Müslümanlara yapılan bu zulmün sonucuna dayanamayıp fenalaşan insanları şaşkınlıkla ve üzüntüyle izliyorlardı. Parçalanan cesetler için yetkililer, “Bu durum ancak insanları bir yere toplayıp bombalamakla açıklanabilir.” diyorlardı. Çıkarılan kemikler önce laboratuvara gönderiliyor, DNA testi yapılıyor, kimliklerin tespitinden sonra Srebrenitsa’da şehitliğe defnediliyordu. Defin töreninden önce aileler aranıyor, hayatta kalan varsa ve ulaşılabilirse çağırılıyor, şehitler İslami usullere uygun şekilde ebedî istirahatleri için toprağa veriliyordu. Bulunan toplu mezarlarda kimliksiz yatan şehitlerin kimlik tespiti uzun sürüyor, aileler, kemik parçalarının soykırımda kaybolan yakınlarına ait olabileceği umuduyla bekliyorlardı… İki kardeş ne açılan mezarlarda ne de aramalardan kız kardeşleri Meryem ve Kezban’ı bulamamış, ancak buna rağmen umutlarını da yitirmemişlerdi.
Eve erkenden gelmişlerdi. Bir önceki akşamdan hazırladıkları valizi alıp Priştine’deki Adem Jashari Uluslararası Havaalanı’na geldiler. Artık ayrılma vaktiydi, bileti aldılar ve kontrollerde iki kardeş görüşmek ümidiyle ayrıldı. Asım, ağabeyini dualarla yolladı, o da Prizren’e döndü. Ağabeyi sağ selamet İstanbul’a inmişti ve hayatına buruk da olsa devam ediyordu.
Âkif, hiç aksatmadan her yıl “Srebrenitsa Katliamını Anma Günü”nde gelir, şehitleriyle ve kardeşiyle hasret giderirdi. İki kardeş, katliamın hüznünü ve birbirini görmenin sevincini birbiri içine sarar, yüreklerinde biriktirirlerdi. Aradan uzun zaman geçmişti. Âkif, yeniden kardeşinin yanına gelmişti. Âkif ve Asım, Srebrenitsa’da şehitlik ziyaretini yapmış, ardından Priştine’ye gelmişlerdi. Âkif, bu sefer Priştine’de “Srebrenitsa Soykırımı” konulu konferansta konuşacaktı. Âkif, büyük bir salonda, kalabalığı selamladı, kendini tanıttı ve sunumunu yaptı. O, konuşmasına şöyle başladı:
“…Her uygarlık, kendi çekirdek devletlerini korur. Batı uygarlığını, iki çekirdek güç olan Batı Avrupa devletleri ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) korumaktadır. Ancak İslam uygarlığının bir çekirdek devleti olmadığı için Srebrenitsa Soykırımı yaşanmıştır.1
Bosna Sırplarının lideri Radovan Karaciç ise, ‘Biz tek din ve tek kültürlü bir Avrupa için savaşıyoruz. Amacımız Balkanlardaki İslam kalıntılarını yok etmek ve Anadolu’ya kadar sürmektir.’ derken, 1993’te de ‘Batı bir gün bize minnettar olacak çünkü Hristiyan değerlerini ve kültürünü savunmaya karar verdik.’ sözleriyle yapacaklarının meşruluğunu ortaya koyuyordu. Bosna Sırplarının komutanı Ratko Mladiç de ‘Benim ordum nihayetinde Allah’ın yolundadır.’ diyerek övünmekteydi. Görüldüğü üzere din, Bosna Savaşı sırasında, belirli siyasi amaçlara erişilmek için Sırp önderliğince kullanılmıştır.2
Bilge liderimiz Aliya İzzetbegoviç, ‘Biz Bosnalı Müslümanlar, Avrupa’nın bize niçin yardım etmediğini sormayı neredeyse bıraktık.’ demiştir.
Bilge liderimizin sözleri bizim yolumuzu çizmiştir. Biz, bir ve birlik içinde olmalıyız. Bu savaş, birlik olan Hristiyan Batı’nın Müslüman Doğu’ya yani İslam’a açtığı bir savaştı. Bu savaşta uyguladıkları soykırım ise geçmişten gelen alışkanlıklarıydı. Ortodoks kardeşlerini destekleyen Batı, ‘Müslümanlar bize saldırıyor.’ yalanlarıyla saldırıyor; komutanları ise ‘Güvende olacaksınız, silahlarınızı teslim edin ve şehri boşaltın.’ diyerek şehirleri boşalttırılıyor; evlerimizi, yurtlarımızı Sırp ailelere teslim ediyor; bizleri bir günde fakir ediyor, sürüyor, öldürüyor ve kadınlarımıza tecavüzler ediyorlardı. Sözde Potaçari gibi ‘Güvenli Bölge’lerde topladıkları Bosnalı Müslümanları aç susuz bırakıp sonra araçlarla ormana taşıyıp toplu soykırımlar yapıyorlardı. Aslında Güvenli Bölge hilesi, elinden silahı alınmış Bosnalı Müslümanları topluca öldürmenin garantilendiği yerdi. Ormana götürülen sivil halk çukurlara doldurulup direk bombalandılar. Bu vahşeti basın yazmadı. Basında, Boşnak Müslümanlarla Sırplar çatışıyor şeklinde haberler yer aldı. Gerçek böyle değildi… Çok sonra ulaşılan kayıtlar ve tanıkların ifadeleriyle soykırımın acı yüzü gün yüzüne çıkmıştı. Binlerce insan öldürüldü, binlerce insan evinden, yurdundan edilerek göçe zorlandı. Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne ve tüm insanlara sorulması gereken esas soru, ‘Bosna’da yapılan soykırımı yargıladığınız üç beş komutan mı yaptı?’ olmalıydı.”
Âkif, sözlerine, bilge lider İzzetbegoviç’ten atıfta bulunarak “Bizi toprağa gömdüler fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.” diyerek devam etti. O, daha sonra “Bilge Liderimiz Aliya İzzetbegoviç’in bir sözünü daha söylemek isterim: Kabile ve ulusun dar sınırlarından kurtulmak için kendinizi Müslüman olarak düşünmeye başlayın.” şeklinde konuştu. Âkif, konuşmasını tamamladı, dinleyenlere teşekkür etti. Salonda herkes, Âkif’i ayakta alkışladı. Kardeşi Asım gururla ağabeyine sarıldı, ona teşekkür etti.
Bu hikâyenin özelinde bugün Asım ve Âkif gibi Bosnalı Müslümanlar ve Türkler, her yıl Srebrenitsa Soykırımı ve yaşananları dünyaya hatırlatmak, şehitleri ziyaret etmek için güçlenen varlıklarıyla, eksilmeden, çoğalarak, başları dik ve kendinden emin bir şekilde Potaçari Anıt Mezarlığı’nda buluşuyor, dualar ediyorlar…
Srebrenitsa Katliamı’nın 27. yıl dönümünde hayatını kaybeden tüm şehitlere Allah’tan rahmet, tüm Bosnalı kardeşlerimize başsağlığı diliyoruz.
“…Düşmanlarımıza gelince… Onlara adaletten başkasını borçlu değiliz.” Aliya İzzetbegoviç
Kaynakça
- Halis Ayhan (2020).Bir Uygarlık İmecesi Olarak Bosna Savaşı’nın Batı’sı/Avrasya Etüdleri, 153/157. Kırıkkale: Kırıkkale Üniversitesi, İİBF Uluslararası İlişkiler Kırıkkale Üniversitesi, İİBF Uluslararası İlişkiler ORCID ID: https://orcid.org/0000-0002-7188-585X, 26. ORCID ID: https://orcid.org/0000-0002-7188-585X.