Tam Bağımsızlık Yolunda Verilen Şerefli, Eşrefli Canlar
Eşref Bitlis Paşa’nın, Türkiye’ye yönelik suikastlarda klasikleşmiş ve hatta klişeleşmiş bir yöntem olan kaza sonucu(!) vefatının üzerinden 29 yıl geçti. Geriye dönüp bakıldığında, tarihin her safhasında olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de bu kadim ulusun çok sancılı süreçlerden geçtiği anlaşılıyor. Eşref Paşa suikastı ve aynı dönemde yaşanan diğer suikastların birer kırılma noktası olduğu kanaatindeyim. Eşref Bitlis; millileşme yolunda, tam bağımsız ülke olma yolunda, turan yolunda verilmiş bir şehit, ödenmiş bir bedeldir. Suikastlar ile yitip giden o canlar, yaklaşmakta olan büyük ve kutlu doğumun sancılarıdırlar.
Son dönemde gerek Sayın Cumhurbaşkanımız gerekse Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli ve birçok şuur sahibi vatanperverin her fırsatta dile getirdiği iki önemli söylem var. Bunlardan birisi: “Yerli ve Millî Olmak” diğeri de “Tam Bağımsız Olmak”.
Bilindiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti devleti, 29 Ekim 1923’te bağımsız bir Türk devleti olarak kurulmuştur. Öyleyse son dönemde zikredilen, “Tam Bağımsız Olmak” ve “Yerli ve Millî Olmak” söylemleri neyi ifade etmektedir? Yoksa Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan beri bağımsız bir devlet olarak varlığını devam ettirdiği süreçte “Tam Bağımsız” değil miydi?
Yani iç ve dış politikada, ekonomide, eğitimde, hukukta, askeriye, savunma ve silah sanayiinde, teknolojide, istihbaratta, inançta, ibadette kendi kararlarını kendisi tam bağımsız olarak alabiliyor muydu? Aldığı kararlar tam anlamıyla yerli ve millî olabiliyor muydu? Örneğin başı tesettürlü bir anneyi, asker nizamiyesinde, kapıdan dışarı çıkarılması kararı yerli ve millî bir karar mıydı? Ve bu kararlar tam bağımsız bir şekilde mi alınıyordu? Keza yerli otomobil üretiminin iptal edilme kararı, yerli ve millî bir karar mıydı? Yine kendi tam bağımsız irademizle alınmış bir karar mıydı?
İşte bunların cevabını ve hakikatini anlatan olaylardan birisi de Eşref Paşa’ya yapılan suikasttır. O dönemdeki millî şuur sahiplerinin faaliyetleri, ülküleri, idealleri ele alınıp irdelendiğinde; bu cinayetlerin nedeni, kim tarafından yaptırıldığı, devlet içerisinde etkin olan, millî olmayan iradenin varlığı ve onu kumanda eden güçlerin siluetleri perde arkasında görülmeye başlar.
Artık hâlihazırda “Tam Bağımsızlık” yolunda birçok prangalardan kurtulmuş, emir ve talimatlar ile değil kendi çıkarları doğrultusunda karar alabilen, masada bir piyon, bir figür olarak değil, oyun kurucu olarak etkin bir rol oynayan bir Türkiye’de yaşadığımıza ve örneğin “Millî İstihbaratımızın” CIA’nın, MOSSAD’ın Türkiye şubesi olarak değil, adının hakkını verecek mahiyette, “Milli Şuur ve İrade”nin bekası için faaliyet yürüttüğüne, İHA ve SİHA gibi birçok millî savunma sanayi atılımları yapabildiğimize, yerli otomobilimizi üretmeye cüret edebildiğimize ve artık Amerika’nın, İsrail’in piyonu olan PKK gibi terör örgütlerini kendi inlerinde hapsedebildiğimize göre zaman denizinde gemimizin dümenini tornistan ile o günlere gidip, akıl fenerini de yanımıza alıp, günümüzden o döneme ışık tutarak o karanlık sayfayı bir derece aydınlatabiliriz.
Dönemin sol görüşlü ve Atatürk milliyetçisi olan gözü kara gazeteci Uğur Mumcu, devlet içinde yer alan ve ülkeyi dizayn eden mekanizmayı, PKK ve bunların CIA ve İsrail ile bağlantılarını araştırması sonucunda şok edici bilgilere ulaştı. Hemen Cumhurbaşkanı Özal’dan randevu alarak, kendisine durumu izah ederek ulaştığı delillerden bahsetti. Dönemin zeki ve tecrübeli siyasetçisi olan Özal, zaten yıllardır ayak izlerini gördüğü, gizli zincirlerini hissettiği bu durumu delillendirmiş olacaktı. Mumcu’ya, bunları Eşref Bitlis ile de paylaşmasını ve daha sonrasında yanlarına gelmelerini söyledi. Çünkü Rahmetli Özal ile Eşref Bitlis, Malatya’dan çocukluk arkadaşıdır.
Birbirlerine çok güvenir ve birbirlerini severler. Sözde Kürt sorunu ve PKK’nın bitmesi için çalışmalar yapıyorlardı. O günlerde Ankara dışında olan Jandarma Genel Komutanı Eşref Paşa, döner dönmez Uğur Mumcu ile görüşme sağladı. Uğur Mumcu, konuyu paşaya da aktardı. Turgut Özal da bu süreçte konuyu Adnan Kahveci ile paylaştı. Adnan Kahveci, Özal’ın en yakınlarından ve danışmanı idi. Uğur Mumcu’nun, Özal ile yaptığı telefon görüşmesinden sonra dört ay geçmeden dört isim de öldürüldü.
1993 yılında ilk önce gazeteci Uğur Mumcu, 24 Ocak’ta aracına konulan bombanın patlaması sonucu hayatını kaybetti. Aslında bu, ülkenin kontrolünü elinde tutan, ülkeyi kendilerine bağımlı ve kendilerine mahkûm kalmasını amaçlayan, ülkenin istihbarat teşkilatını dahi kendi şubeleri olarak hizmet ettiren, gelişmişlik, refah seviyesini belli bir limitin altında tutmak için sistemi dizayn eden, terör ve açlık ile meşgul edip halkın kafasını kaldırmasına izin vermeyen, ipleri Amerika’da izleri içeride olan PKK’yı kendi eliyle kuran derin devletin Eşref Paşa ve Özal’a açıktan bir uyarısı idi.
Âdeta şunu diyorlardı: “Bu ülke bizim idaremizde olmalı. Siz bu milleti uyandırmaya çalışarak, başını kaldırıp, tekrar dünyada hükümferma olmasına çalışırsanız, sizin de sonunuz faili meçhul bir ölüm olur. PKK’yı bitirip, yerli ve millî bir strateji ile tam bağımsız bir ülke yapmanıza izin verecek değiliz.” Artık, bu günümüzden o döneme bakınca bu mesaj çok açık şekilde okunur durumda. O dönemde feraset sahibi olan Turgut Özal’ın da durumu idrak ettiğini şuradan anlıyoruz ki, Uğur Mumcu cinayetini kendisine haber veren Özel Kalem Müdürü Feyzi İşbaşaran’a: “Eyvah hedef benim. Plan işliyor. Artık bunları kimse durduramaz.” demiştir.
Ancak bu kadim milletin her dönemde mücahitleri olmuştur. İhtiyaç duyulduğunda onlar meydandan kaçmazlar. Öyle de olmuş ki Mumcu cinayeti ile yapılan uyarıya kulak asılmadığı, geri atılmadığı için 12 gün sonra Adnan Kahveci yine bir klişe suikast yöntemi olan trafik kazası ile öldürüldü. Mesaj yine çok açık verilmişti. Enteresan bir şekilde Bolu’nun Gerede ilçesi yakınlarında yol çalışması yapan firma, aracı tabelalarla farklı şeritlere yönlendirmişti. Kahveci, tabelaları takip ettiği hâlde arabası ters yöne girdi ve doğru istikametten gelen bir kamyonun altında kalarak can verdi. Yine enteresan bir şekilde yol çalışmasında görevli olan çalışan, yurt dışına kaçırılırcasına aniden Honduras’taki bir projeye gönderildi. Neden Honduras diye soracak olursak; Honduras, Türkiye ile suçluların iadesine yönelik anlaşmayı imzalamayan birkaç ülkeden biridir.
Adnan Kahveci suikastından sadece 12 gün sonra Eşref Bitlis’in uçağı düştü. Eşref Paşa hayatını kaybetti. Bunun da bir suikast olduğu çok açıktı. Zira o, tam bağımsız olmak yolunda en cesur söylemlerin ve planların sahibi idi. Hatta ABD güdümündeki Çekiç Güç’ün Türkiye’yi terk etmesi gerektiğini açıktan dile getiriyordu. Daha önce de 17 Aralık 1992’de Irak’ın Kuzey’ine, Selahaddin şehrine giden Eşref Bitlis’in uçağı, Çekiç Güç’e bağlı Amerikan uçakları tarafından taciz ateşine tutuldu. Oysaki gerekli bilgiler kendilerine de verilmiş ve onay alınmıştı. Bu arada da Özal, Eşref Paşa’yı Genel Kurmay Başkanı yapmak üzere çalışmalar başlattı. Hatta Kemal Paşa’ya: “Kemal Paşa, hepiniz Harp Okulu’ndan mezun oluyorsunuz. Sen Genelkurmay Başkanı olabiliyorsun ama Jandarmanın başındaki Eşref Paşa olamıyor. Bunu bir araştır. Altyapıyı hazırla. Gerekeni yapalım.” şeklinde talimatı da vermişti. Tabi ülkedeki silahlı kuvvetlerin tamamının başına Eşref Bitlis gibi yerli ve millî şuuru olan birisinin gelmesi, ülkeyi yerinde saydıran mevcut sistemi riske atabilecek bir durumdu. Bu da ABD’nin tahammül edeceği bir şey değildi. Ve maalesef 17 Şubat 1993’te uçak kazası ile öldürüldü. Potansiyel bir güç ve ülkeyi uyandırması muhtemel millî şuur sahibi bir şahsiyet ortadan kaldırıldı.
Turgut Özal, artık karşısında kimin olduğunu iyiden iyiye görmüştü. Nereye dokunsa, nasıl bir hamle yapsa, karşısına bu kurulu derin devlet sistemi çıkacağını anlamıştı. Âdeta görünüşte bağımsız ama işleyişte bir manda devleti şeklinde bir dizayn vardı. Ancak Çankaya Köşkü’nde pasif ve sadece bir kukla gibi kâğıt üstünde bir Cumhurbaşkanı olarak oturmayı ve Türkiye’yi ebediyen bu prangalara mahkûm bırakmayı fıtratı kabul edemiyordu. Tüm bunlara rağmen Irak’taki Kürt konusu ve PKK sorununu çözecek bir proje geliştirdi. Ona göre bu projenin uygulanması ile 21. asır Türk asrı olacaktı.
Ancak yine yarı bağımsız ülkenin gizli güçleri, güç gösterisi yaparak, insanlığın en büyük milletinin ülkesi olan Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’nı öldürerek, yine uzun yıllar geri kalmasını sağlamıştı. Özal’ın ölümünden sadece bir hafta sonra da PKK’ya, Türkiye’deki en büyük eylemlerinden birini yaptırarak bu ülkenin sahibi ve karar mercii Türk millî iradesi değil biziz demek istemişlerdir. Evet, o gün Bingöl-Elazığ kara yolunu kesen PKK’lı teröristler, asker taşıyan iki otobüsü durdurup silahsız 33 askeri şehit etti. Ve devlete de devletin içindeki millî kanada da son mesaj verilmiş oldu: “Millî kararlar alıp uygulayamazsınız, kurduğumuz oyunları bozamazsınız.”
Evet, zaman denizinde şuur gemimiz ile akıl fenerimizi de alarak yaptığımız bu hayali seyahatimizde, nereden nereye dedirtecek şeyler gördük. Öyle bir bağımsız ülke düşünün ki kendisi bir terör örgütü kurmuş, kendi milletini terör ve enflasyon belasından kafasını kaldırmasına izin vermiyor, bırakın yerli otomobili, izin almadan bir halat bile üretemiyor, kendi Millî İstihbarat Teşkilatı; düşman ülke, örgüt ve yapılardan istihbarat toplayıp, operasyon yapması gerektiği hâlde kendi ülkesinin bir Paşa’sının her hareketini takip ediyor, ABD’ye rapor veriyor ve kendi ordusunun komutanına hatta Cumhurbaşkanı’na operasyon yapıp suikast ile yok ediyor…
Ve şimdi bir ülke düşünün ki kendi millî silahlarını üretiyor, tüm dünyada itibar görüyor, söz sahibi oluyor. Evet, nereden nereye. İşte bu sözü günümüzde söyleyebiliyor isek, tam bağımsız bir büyük devlet olma yolunda bu denli güçlü isek, dünyanın tüm coğrafyalarındaki soydaşlarımıza yeniden turan umudu doğmuş ise, bunda şehit Eşref Paşa’nın da payı vardır. Zira o, bu millet uğrunda, tam bağımsız ülke olma yolunda bedel ödeyenlerdendir. O bedel de kendi canıdır. Allah rahmet eylesin.