Troya Müzesi: Bir Varoluş Hikâyesi
“Söyle, tanrıça, Peleusoğlu Akhilleus’un öfkesini söyle.
Acı üstüne acıyı Akhalara o kahreden öfke getirdi…”
İşte böyle başlıyor İlyada. Yunanca metindeki ilk kelime “menis” yani öfke! Akhilleus’un öfkesi. Bu başlangıç tüm destanı var ediyor. Ve şüphesiz her başlangıcın ilham aldığı bir nokta var. 19. yy’a geldiğimizde ise “O”, her ne kadar öyle olmadığını iddia etse de, Heinrich Schliemann’ın ilhamı “hazine”.
İlyada’nın yazılmasının üzerinden yaklaşık 2750 yıl geçtiği tahmin ediliyor. Troya kazıları başlayalı ise neredeyse 150 yıl oldu. Bunca yıl sonra Troya konusunda yeni bir başlangıç yapılabilmesi mümkün olabilir mi? Yıl 2011. Büyük çoğunluğu mimarlardan oluşan bir jüri, başkent Ankara’da ulusal bir yarışmanın kazananını seçmeye çalışıyor. Sonuç, Ömer Selçuk Baz isimli genç bir Türk mimarın projesi kazanıyor. Kazanan proje konusunda yorumlar masabaşında geliyor: “Bu bina bir infobox!”
Türkiye’nin kuzeybatısında yer alan Çanakkale’nin, nüfusu beş yüzü bulmayan Tevfikiye Köyü’nde, Troya Kenti’nin yanı başında T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın en iddialı müze projelerinden biri olan “Troya Müzesi”nin yapımına 2013 yılında başlandı. Tarlaların, zeytin ağaçlarının, çayırda otlayan ineklerin yanı başında yükselen kübik bir form! Yeni fakat cephesinde kaplı paslı cortenlerle toprağın altından çıkmış gibi. Eski bir hikâyeyi yeni bir dille sunacağını haykırıyor âdeta.
Troya Müzesi, 2018 yılında ziyarete açılıyor ve efsanevi “Troya” için “yeni bir başlangıç” olmayı başarıyor. Peki, Troya Müzesi, ilhamını nereden alıyor? Birkaç ilham kaynağı olduğunu söylemek hiç de zor değil. Bunlardan birisi “Barış”! Büyük İskender, Troya’yı ziyaret ettiğinde Akhilleus’u andı. Fatih Sultan Mehmed ziyaretinde ise, “Hektor”un öcünü aldığını söyledi. Her ideoloji, kendi kahramanını kutsadı. Troya Müzesi ise, Homeros’un tüm kahramanlarını birden kucaklıyor. Öyle ki, “Priamos Hazineleri”ni kaçıran Heinrich Schliemann için bile sergide ayrılan bir bölüm var. Sergi dili sert ya da suçlayıcı değil. Troya’nın tüm değerlerini birden bağrına basıyor. Tartışmalardan ve ideolojilerden uzak bir barış diline sahip.
İlham aldığı bir başka nokta ise “aidiyet”. Türkler ilk kez bu kadar İlyada’nın, Troya’nın bir parçası hâline gelmiş durumdalar. Troya’ya dair kuvvetli bir kimlik bilinci var. İlyada, bu kez Anadolulu bağları ile beraber yeniden okunuyor, yeniden yorumlanıyor. Yazdan kalma bir sonbahar gününde müzenin içinde koşuştururken Tevfikiye Köyü’nde tanıştığım bir köylünün müzeden çıkmak üzere olduğunu görüyorum. Göz göze geliyorum, yanına yaklaşıyorum. Kısa bir selam faslından sonra müzeyi nasıl bulduğunu soruyorum. “Harika, bayıldım. Bina çok güzel, sergi etkileyici ve içindeki Yunan eserleri muhteşem.” “Yunan eserleri mi?” diye tekrarlıyorum. “Evet.” diyor. Bakışlarımda, sorunun cevabının devam ettiğini görünce ekliyor: “Ne yani, Troya Yunan kenti değil mi?” “O zaman sana İlyada’dan bir bölüm okuyacağım ve sana bu bölümü Batılı kaynakların nasıl yorumladığına dair bir şeyler göstereceğim ve sonra yorumunu alacağım.” diyorum. Sohbetin uzayacağını anlamış olmalıyız ki yüzümüzü sergiye doğru dönüp tekrar içeri yönleniyoruz. Ve anlatmaya başlıyorum hikâyeyi:
Troya’nın dışında, batı kapılarının önünde ayakta duruyordu Hektor. Karşısında ise ona tüm öfkesiyle uçarcasına gelen, Hektor’un ellerinde can vermiş en yakın dostu Patroklos’un öcünü almak isteyen Akhilleus… Hektor ise kapının önünde dikilmiş ve ne pahasına olursa olsun Akhilleus’la savaşmak için yanıyordu. Onu, Troya’nın surları üzerinden izleyen anne ve babası çok kaygılıydılar. Önce babası Priamos seslendi, Hektor’u vazgeçirebilmek için bu dövüşten: “Haydi yavrum, gir surların içine, Troya’nın erkeklerini, kadınlarını koru.”, “Bana da acı, şu talihsiz babana…” dedi fakat Hektor’u ikna etmek mümkün olmamıştı. Ardından surların üstünden annesi Hekabe seslendi:
“Bir eliyle göğsünü açtı, bir eliyle kaldırdı memesini, kanatlı sözler söyledi ağlaya ağlaya: Hektor, yavrucuğum, saygı göster bu memeye. Onu ağzına uzattığım günleri getir aklına. Unuturdun koynumda bütün dertlerini. Surlarımızın içinde yenmeye bak şu domuzu, gir içeri canım oğlum, dışarıda dikilme karşına.”
Yukarıdaki bölümü ona okuduktan sonra cebimden telefonumu çıkartıp birkaç Batılı kaynaktan Hekebe’nin memesini niçin açtığına, işaret ettiğine dair birkaç yorum okuyorum: “Erotik olarak oğlunun dikkatini dağıtmaya çalıştı…” ya da “Hekabe, yaşlı ve göğsü sönük olmalıydı, bu sebeple erotik olamaz.”… Gözlerimi telefonumdan kaldırıp “Sen ne düşünüyorsun, Hekabe niçin göğsünü açmış olmalı?” diye soruyorum. Son okuduklarımdan sonra biraz gergin ve başını iki yana sallayarak, “Bu yorumlar çok saçma. Bir annenin göğsü, oğlu için erotik olamaz. Hekabe, oğlu Hektor’a göğsünü göstermiş çünkü ana sütü hakkını hatırlatmış. Sözünü dinlemesini istemiş, süt hakkını hatırlatmış. 9-10 yaşlarında bir çocuktum. Karamenderes’e yüzmeye gitmek isterdim arkadaşlarımla gizlice ve annem bunu anladığında bana bağırırdı, ‘Vallahi gidersen sütümü helal etmek bak!’ dedi.” ifadesinde bulundu.
İkimiz de gülümsüyorduk. “Hekabe’nin Hektor’a söylediği şeyi neredeyse 2700 yıl sonra sen de annenden duymuşsun.” dedim. Güldük. “Hatta şunu bil, Hektor da senin gibi Karamenderes’i yani Skamander’i çok severdi. Hatta oğluna Skamandroslu derdi. Aslında sen de Troyalısın.” dedim. “Hiç böyle düşünmemiştim.” dedi. Vedalaştık.
İşte Troya Müzesi, bir yanıyla bugün bölgede yaşayan halka Troyalı kimliklerini hatırlatıyor ve İlyada’nın yeniden baştan yorumlanmasını sağlıyor.
Müzenin çevreyle kurduğu tek ilişki tabii ki bu değil. Müze mağazasında, ziyaretçileri için çeşitli hediyelik eşyalar satılırken, çevredeki köylü kadınların aile ekonomilerine katkı sağlayabilmeleri için müze arazisinde onlara satış dükkânları verildi ve üstelik hiçbir bedel almadan ve hatta müzedekinden daha ucuza satmaları konusunda teşvik bile edildi. Troya Müzesi’nin ve kentinin bu yılki ziyaretçi sayısının 750.000’i bulduğu düşünüldüğünde, kırsal kalkınmaya olan katkısı tartışmasız çok etkili.
Troya Müzesi, hızla büyüyen sihirli bir bebek gibi. Açılmasının üzerinden henüz 1 yıl geçmemişken yıldızı parladı. 2019 Ağustos’unda Troya Müzesi, Time Dergisi’nin düzenlediği “Dünyada Görülmesi Gereken 100 Yer” listesinde yer aldı. 2020 yılında Atraction Star Awards yarışmasında “Yılın En Başarılı Müzesi” ödülünü aldı. 2020 yılında “Avrupa Yılın Müzesi Özel Ödülü”nü aldı. 2020 ve 2021 yılında “Avrupa Müze Akademisi Özel Ödülü”nü, aynı yıl “Homeros Bilim Kültür ve Sanat Ödülü”nü, 2021’de “Museums in Short Özel Ödülü”nü aldı.
Cumhuriyet tarihinde, özellikle uluslararası alanda bu ödüllerin tamamını alan tek müze oldu. Son yılların popüler ifadesiyle anlatmak gerekirse; bildiğiniz gibi Endüstri 4.0 ya da 4. Sanayi Devrimi, birçok çağdaş otomasyon sistemini, veri alışverişlerini ve üretim teknolojilerini içeren kolektif bir terimdir. Bu ifade biçimini Troya’ya uyarlamak gerekirse diyebiliriz ki; İlyada Destanı 1.0 ise, Troya Kazıları 2.0’dır. Büyüleyici bir hikâyeye sahip olan genç ve güçlü Troya Müzesi 3.0’dır.
13 Kasım 2021 günü Troya Müzesi’nde “Gençlik Buluşmaları”na katılan Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, konuşmalarına şöyle başlamıştı: “Öncelikle belirtmek isterim, Troya Anadolu’dur. Anadolu’da yaşamış tüm halklar gibi Troya, bizi temsil eden bir geçmişin sembolüdür.”
Öyleyse bu güzel sözle noktalayalım satırlarımızı: “TROYA ANADOLU’DUR”.