Yere Çakılıp Kalmamak, Göğe Ağmak
İnsan sürekli yeryüzüne değil, gökyüzüne bakan bir varlıktır. İnsanın gözü yükseklerdedir. İnsanın ayağı yerde, gözü göktedir. İnsan, bedeniyle bu toprağa, yeryüzüne; ruhuyla gökyüzüne bağlıdır. İnsanın bedenini yeryüzü, ruhunu gökyüzü doyurur. İnsan, üzerinde bulunduğu toprakla, bu dünyayla yetinen bir varlık değildir. Yeryüzü sınırlı ve sonludur, hacmi bellidir, beş duyumuzla algılanan bir somutluktadır.
Gökyüzü ise sonsuzluk, sınırsızlık, saf, temiz, saydam bir güzellik duygusu verir. İnsanın gözü hep uzaklarda ve sonsuzluktadır. Sahip olduğu değer hiç bitmesin, hep var olsun ister. İnsan ruhu sınırlı olanla, ölümlü, bitimli olanla tatmin olmaz.
Uzayın derinliklerine bakarak dalıp gitmesi aslında sonsuzluğa duyduğu özlemin gereğidir. İnsan, bu dünyayı asıl, gerçek vatan olarak görmez, göremez. Çünkü ömür sınırlıdır, insan ölümlüdür ve bu dünya, arkada bırakılmaya mahkûmdur.
Bu dünyanın insan için geçici oluşu bir gerçekliktir. İnsan, sonsuzluğa talip olan ruhunun talebine karşılık olmak üzere asıl vatanını yani elest bezmini, Allah’la birlikte olduğu ruhlar âlemini özler; oraya duyduğu sıla özlemini, gözünü ötelere dikerek gidermeye çalışır.
İnsan, göklere bakarak sonsuz mutluluğu arar ve özler. Zira insan, bu dünyaya gelmeden önce ruhlar âleminde Allah’la beraberdi. Orada sonsuzlukla birliktelikten doğan saf, temiz, katışıksız, sonsuz bir huzur ve mutluluk atmosferindeydi.
Ancak bedene büründürülüp bu dünyaya belli bir süre için orada verdiği sözü, “Evet, sen bizim Allah’ımızsın.” sözünü tutup tutmayacağını sınanmak üzere sınav yeri olan bu dünyaya gönderilince, kendisini biraz boşlukta hissetti.
Sonsuzluk âleminden gelip sonlu bir dünyada sıkıldı. Saf, arı, duru, berrak bir ortamdan kirlerle dolu dünyaya atılınca bunaldı. Ezelî ve ebedî sevgiliye tekrar kavuşmanın yolunun bu dünyada kendisine verilen süre içinde Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşamakla, orada verdiği sözü tutmakla mümkün olacağı bilinciyle hareket ettiği sürece kendisini kalben, ruhen ruhlar âleminde gibi hissetti ve huzur buldu.
Ancak SAHİB’i unutup verdiği sözü tutmadığı zaman kendisini sahipsiz, boşlukta, havada ve bir belirsizlik ortamında hissedince hüzünlü bir trajediye saplandı. Ürktü, tedirgin oldu, telaşlandı ve ne yaptığını bilmeden, akıl ve mantık kontrolünü, aklî muhakemeyi kaybederek kendisini uyutacak, oyalayacak, avutacak dünyanın maddi değerlerine saldırdı.
Kendisini tüketmeye, eğlenceye verdi; dünyayla sınırlı bir ortamda kendisini tatmin edeceğine inandığı meşgalelere yöneldi. Bütün bu taptıklarını, ilgilendiklerini, kalbini bağladığı somut değerlerin sınırlılığı, geçiciliği, yok olmaya mahkûmiyeti, onu boşlukta bıraktı. Neşet Ertaş’ın dediği gibi oldu: “Cahildim, dünyanın rengine kandım, hayale aldandım, boşuna yandım.’’
Cahillik, bilgi bilmemek değil; bilgiyi yanlış yorumlamaktır. Kişi fizik, kimya, biyoloji, astronomi bilgisi bilir ama bu bilgileri materyalizm, ateizm bağlamında yorumlarsa cahil olur. Hayatın ve ömrün sadece bedenin iyi, konforlu maddi imkânlar içinde şımartılması bağlamında bu dünya nimetlerinden sonuna kadar faydalanabilmesi düşüncesi bir yana dursun, ruhun manevi ihtiyaçlarını ve nimeti vereni yok sayması cahilliktir.
Dünyayı sadece tensel hazları tatmin için yağmalanacak bir yer olarak görmek, hayatı salt bir eğlence ve tüketim olarak algılamak bir yana dursun; dünyanın bir tefekkür, yaratılanların ne için ve kim tarafından yaratıldığını düşünme ve ona göre gereğini yapma mekânı olduğundan gafil olmak cahilliktir.
Dünyanın bir görünen rengi, yüzeyi, dışı, somut boyutu; bir de bu rengin arkasında görünmeyen soyut, manevi simgesel yapısı, içi var. Dünyanın rengi kabuğudur, maddi yapısıdır. Arka planındaki soyut manasını